2 Ekim 2013 Çarşamba

BİR İMPARATORLUK BAŞKENTİNDE ÇAĞDAŞ TÜRK SANATI SEÇKİSİ

BİR İMPARATORLUK BAŞKENTİNDE ÇAĞDAŞ TÜRK SANATI SEÇKİSİ

Çağdaş sanata dayalı kültürel alışverişe odaklanan uluslararası petrol ve doğalgaz şirketi OMV’nin desteği ile İmparatorluk, sanat ve klasik müzik başkenti Viyana’da, Avusturya Uygulamalı Sanat Müzesi (MAK)’nde düzenlenen ve Türk Çağdaş Sanatı adına gurur verici bir seçki sunan, “Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak” sergisini Artam Dergisi okuyucularımız için gezdik. 21 Nisan 2013 tarihine kadar izlenebilecek serginin küratörleri Simon Rees ve Bärbel Vischer.

ÜMMÜHAN KAZANÇ

Yüzyıllar boyu Habsburg Hanedanlığına başkentlik yapan Viyana, şu anda Avusturya’nın başkenti ve Londra, New York ve Paris’ten sonra dünyanın en önemli sanat ve klasik müzik merkezlerinden biri. Bir imparatorluğa yıllarca başkentlik yapmış olmasından dolayı gerek mimari gerekse kültürel açıdan Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biri. Onlarca tarihi binası, sarayları, kiliselerinin yanı sıra oldukça önemli müzelere de ev sahipliği yapıyor. Museums Quartier, Albertina, Kunsthalle Vienna, Belvedere, Kunsthistorisches Museum, Kunst Haus Wien, MAK (Museum of Applied Arts), Essl Museum, Leopold Museum, Kunstkammer Vienna, Bank Austria Kunstforum, Generali Foundation, Thyssen-Bornemisza Art Contemporary, Academy of Fine Arts Vienna, Sigmund Freud Museum, mumok (Museum of Modern Art Ludwig Foundation Vienna), Liechtenstein Garden Palace, House of Music, Mozarthaus bunlardan sadece birkaçı. Ve bu müzelerde düzenlenen sergiler gerçekten görmeye değer.

“Mucizevî Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak”
Avusturya’nın en önemli müzelerinden biri olan Avusturya Uygulamalı Sanat Müzesi (MAK), ise, “Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak” adlı sergiyle, İstanbul şehrinin çağdaş sanat üretimlerine tek seferlik ve günümüze ait bir bakış açısı sunuyor. Sergiye katılan, 1930-1980 yılları arasında doğmuş, üç nesilden sanatçının eserlerinin çizdiği Doğu ve Batı kültürlerinin etkisindeki bu çok katmanlı metropolün kültürünü ve tarihini anlatan yaratıcı eskiz, MAK’ın sergi salonunu İstanbul’a dair ince bir resme dönüştürüyor.
Bir başlangıç niteliği taşıyan bu öncü sergi projesi, kültür sponsorluğu konusunda şirketin çekirdek pazarı konumunda bulunan Avusturya, Romanya ve Türkiye arasındaki, çağdaş sanata dayalı kültürel alışverişe odaklanan uluslararası petrol ve doğalgaz şirketi OMV’nin desteği ile hayata geçirildi. OMV böylelikle, bu bölgelerdeki ticari girişimlerinin yanı sıra, kültürel diyaloğa da katkıda bulunmayı amaçlamış.
Yabancı kültürler hakkındaki kolektif tasavvurun oluşumunun edebiyatla ilişkisinin yanı sıra, çağdaş sanatın bir konusu olan öyküleme, bu serginin küratörleri için belirleyici bir unsur olmuş. Kültür bilimci Homi K. Bhabha’nın kaleme aldığı, yeni ve yabancı bir dil ve kültürle tanışırken hissedilen mucize ve şaşkınlık dolu anları tasvir eden makale, sergi küratörlerinin bu yaklaşımı için ilham kaynaklarından biri. Franco Moretti’nin “Signs Taken for Wonders” (Londra, 1938) adlı kitabında yaptığı edebiyat, kültür ve “dünya görüşleri” arasındaki bağlantıyı inceleyen analizi de referans noktalarından bir diğeri. Bu konuyla ilgili benzer yaklaşımlara, yazar Orhan Pamuk, Mario Levi ya da Pierre Loti gibi uluslararası edebiyatçıların eserlerinde de rastlamak mümkün.
“Mucizevi Göstergeler” adlı sergi, küreselleşmenin hızla yaşandığı bir zaman diliminde ortaya çıkan tekil sanatsal dünyaları sunuyor. Sergide içe bakış, kişisel ve hayali öykülemeler ve diyalog ile devinen, geniş çaplı iç-dış hareketleri ve dönüşümleri belgeleyen eserler öne çıkıyor. Bununla birlikte Türkiye’den gelen sanatçıların bu üretimleri, İstanbul’un kültürel hafızasına ışık tutan uluslararası çağdaş sanat örnekleri içinde, birbirleriyle etkileşecek şekilde bir araya geliyor.
“Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak” sergisi, hem Viyana’da yaşayan ve çalışan (buna uluslararası göçmenler de dahil), hem yurtdışında yaşayan Türkiye kökenli sanatçılar, hem de uluslararası sanatçılar tarafından ortaya konuyor. Sergiye katılan sanatçılar ise, Hamra Abbas, Murat Akagündüz, Yeşim Akdeniz, Eylem Aladoğan, Meriç Algün Ringborg, Hüseyin Bahri Alptekin, Halil Altındere, CANAN, Aslı Çavuşoğlu, Cengiz Çekil, Banu Cennetoğlu, Mutlu Çerkez, Antonio Cosentino, Canan Dağdelen, Lukas Duwenhögger, Cevdet Erek, Erdem Ergaz, Murat Gök, Nilbar Güreş, Sibel Horada, Emre Hüner, Aki Nagasaka, Olaf Nicolai, Marcel Odenbach, Ahmet Öğüt, Füsun Onur, Mario Rizzi, Nasra Şimmes, Erdem Taşdelen, Cengiz Tekin, Güneş Terkol, İrem Tok, Uygur Yılmaz.
Sergiye paralel olarak yayınlanan ve Christoph Thun-Hohenstein, Simon Rees ve Bärbel Vischer’in yayıncılığını üstlendiği, Vasıf Kortun, Mario Levi, Markus Neuwirth, Bige Örer, Nikos Papastergiadis, Simon Rees, Gerhard Roiss, Christoph Thun-Hohenstein ve Bärbel Vischer tarafından kaleme alınmış yazılardan oluşan Almanca/İngilizce sergi kataloğu da Türk Çağdaş Sanatını yakından takip edenler için önemli bir kaynak.

OMV Grup CEO’su Gerhard Roiss, Türk Çağdaş Sanatına verdikleri destek ve “Mucizevi Göstergeler” sergisi ile ilgi şu açıklamayı yapıyor: “OMV, Viyana MAK Sergi Salonu’nda gerçekleştirilen ‘Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak’ sergisinin ana sponsorudur. Uluslararası bir petrol ve doğal gaz şirketinin İstanbul’u konu alan modern sanatla ne ilgisi olduğunu merak edebilirsiniz. Açıklamama izin verin: Uluslararası faaliyet gösteren bir şirket olarak OMV kendisini kurumsal sosyal sorumluluğa adamıştır. Sponsorluk, bu sorumluluğu üstlenme yöntemlerimizden biridir. Sporda ve sosyal konularda uzun bir sponsorluk geçmişine sahibiz. Sanat ve kültür alanındaki faaliyetlerimiz ise, göreceli olarak yeni sayılabilir. Modern güzel sanatlar alanındaki sponsorluğuyla OMV, Avusturya, Romanya ve Türkiye’deki ana faaliyet alanları arasında kültürel bir diyalog ve kültür alışverişi oluşturulmasına katkıda bulunmaktadır. Burada odak noktamız, uzun süreli ortaklıklar, ortaklarımızla geliştirdiğimiz projeler ve ayrıca genç sanatçıları desteklemektir. İnsanları ve sanatı birbirlerine daha da yakınlaştırarak farklı bakış açıları ve düşünce şekilleri konusunda daha iyi bir anlayış geliştirilmesine ve önyargıların aşılmasına katkıda bulunmak istiyoruz.
Modern sanata olan kişisel ilgim, birçok farklı ülkeden sanatçıların hayatlarıyla ilgili bilgi sahibi olmamı sağladı. Ve benimki sanatın içsel değerleri ve kritik sorularıyla zenginleşmiş olan tek hayat değil. Sanat ayrıca toplumun dikkatinin küresel sorunlara ve bugün için önemli olan sorulara çekilmesine de yardımcı oluyor. Örneğin, sanat, iş ve politikanın rolleri nasıl yeniden dağıtılacak?
Son birkaç on yıl içerisinde, toplumumuzda pek çok yeni sorun ortaya çıktı. Yeni iletişim yöntemleri ve hareketlilikle birleşen ve ön plana çıkan kimlik, göç ve özgürlükle ilgili konular şu anda hayatlarımızı yeniden tanımlamakta. Sanatı deneyimlemek, insanların işyerindeki sorunları veya işle ilgili zorlukları yaratıcılık yoluyla çözmesine yardımcı olabilir. Sanat, kontrolümüz dışındaki şeyleri değiştirebilir. Hem iş hayatında hem politikada hem de toplumlarda yenilikler fikirlerden ortaya çıkar. OMV, 2011 ve 2012’de gerçekleştirilen VIENNAFAIR The New Contemporary organizasyonlarında, İstanbul’daki sanat galerilerinin Türkiye’den modern sanat örneklerini sunduğu ‘DIYALOG: Art from Turkey’ özel projesiyle Viyana ve Boğaziçi arasındaki diyaloğu başarılı bir şekilde başlatmıştı. Avrupa’nın en önemli ve yenilikçi müzelerinden biri olan MAK’ın bizlerle ortaklık yaparak yalnızca Avusturya’da değil, Avusturya sınırlarının ötesinde de Türk sanatı konusunda bir bilinirlik oluşmasını sağlayacak İstanbul hakkındaki bu oldukça zengin ve benzersiz sanat sergisini Viyana’ya getirmesinden gurur duyuyoruz.
‘Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak’ sergisi, bizlere yabancı ancak yine de tanıdık bir ülkeden, Türkiye’den ve onun çeşitlilik arz eden, istekli, kendine güvenli ve modern metropolü İstanbul’dan enstantaneler sunuyor. Bu sergiyle heyecan verici bir keşif yolculuğuna çıkıyoruz. Yurtiçinden veya yurtdışından sanatçıların kendi ülkeleri hakkındaki algıları, bizleri perdenin arkasına bakmaya davet ediyor. İşaretleri nasıl yorumlayacağımız ve sanatın harika dünyasını kendi kendimize keşfedip edemeyeceğimiz, bizlere ve serginin ziyaretçileri olarak sanatı sürdürülebilir ve pozitif değişim için bir itici güç olarak takdir etme becerimize bağlı.”

Daniela Auer, OMV İç İletişim ve Halkla İlişkiler Müdürü ise sergi ile ilgili röportajımızda çağdaş sanata verdikleri desteğin devam edeceğini belirtiyor: “OMV, Türkiye’de çağdaş sanatı desteklemeyi ilke edindi. İlk olarak 2011 yılında Viyana Fuarı’nda İstanbul’dan bu fuarda yer almak isteyen galeriler, OMV sponsorluğunda sanatçılarının eserlerini sergiledi. Viyana’da, Türk Çağdaş Sanatı, halk ve basından büyük ilgi gördü. Buradan aldığımız güç ile 2012 yılında yeniden Viyana Fuarı’nda Türk Çağdaş Sanat Galerilerinin OMV sponsorluğunda yer almasını istedik. Viyana’da Türk Çağdaş Sanatına büyük ilgi görmeye devam etti ve OMV de şimdi Avusturya’nın en önemli müzelerinden MAK’ta ‘Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak’ sergisinin sponsorluğunu yapıyor. Çağdaş Sanat ile topluma ve sanatçılara destek verebileceğimize inandık ve bu yolda çalışmalarımıza devam edeceğiz. Ayrıca önümüzdeki yıllarda Çağdaş Avusturyalı Sanatçıların eserlerini İstanbul’da sergilemeyi düşünüyoruz.
Viyana Fuarlarında sanatçılara destek vermek adına İnci Eviner’in ‘Manifestolar’ videosunu, Ahmet Oran’ın eserlerini satın aldık ve OMV Binası’nın kamuya açık alanlarında sergiliyoruz. OMV CEO’su Gerhard Roiss de çağdaş sanatı çok seviyor, büyük bir koleksiyoner değil ama çeşitli önemli eserlere sahip. CEO olarak ilgi alanı olan çağdaş sanata destek vermeyi çok seviyor. Ana amacımız OMV bünyesinde büyük bir koleksiyon oluşturmak değil, biz çağdaş Türk galerilerini ve sanatçıları desteklemek istiyoruz.” (www.MAK.at, www.poas.com.tr).

CANAN DAĞDELEN
“Sergi konsepti MAK Müzesi’nin küratörleri tarafından hazırlanmış. Bence birinci enteresan olan tarafı iki-üç jenerasyonu kapsaması, bu benim çok hoşuma gitti. Burada çok değişik işler de var, böylece İstanbul’da neler olup bittiğine dair oldukça geniş bir yelpazeyi ve İstanbullu ve Türk sanatçıların uluslararası arenada neler yaptığını görebiliyoruz. Bu müze aslında uygulamalı sanatlar müzesi, çok özel bir yeri var Avrupa ve Viyana’da. Bu yüzden de seçilen eserler de materyal ağırlıklı, bunun yanında videolar ve mekanı kapsayan enstalasyonlar da var. Benim eserim ise bir yazı. Benim çalışmalarım kaligrafi ağırlıklıdır ve ilk öyle başladım çalışmalarıma. Burada ‘Selâm’ kelimesini seçtim. Serginin girişinde yer alması da anlamlı. ‘Selâm’ kelimesi aslında günlük yaşamda çok kullandığımız bir kelime. Ayrıca çok güçlü bir manası var, Allah’ın isimlerinden biri. Burada “‘Selâm’ kelimesini kürelerle çözümledim. Daha önceki çalışmalarımda da küreler kullandım, mimari yapıları kürelerle çözümleyerek en küçük birimine indirmek işlerimin bir parçası. Burada da yazıyı aynı şekilde kurguladım, bu çalışmada boşluklar da çok önemli, iki topun arasındaki boşluk da önemli. Bir tanenin bütünüyle ilişkisi. Yazının yerden koparılarak, duvarın yukarısına doğru konumlandırılması da önemli. Havada uçuyor gibi. Diğer bir taraftan sanki bizim kültür tarihimize de gönderme yapıyor çünkü Osmanlı zamanında, Harf Devrimi’ne kadar Arapça kullanıyorduk, şimdi Latin harfleriyle Arapça ‘Selâm’ kelimesini yazmak, bizim kültürel tarihimize de gönderme yapıyor. Bunlar porselen toplar ve tek tek elle yapıldı, aslında beş renk var, siyahın tonlarından maviye geçiş var ve benim kendi el yazımın büyütülmesiyle oluşturdum, böylece tamamen geleneğe ve kaligrafiye uzanan bir çalışma.”

CANAN
“Küratörler tarafından sergi için ‘İbretnuma’ çalışmam ile davet edildim. ‘İbretnuma’, ibretlik anlamına geliyor, “Binbir Gece Masalları”nın bir diğer adı. Hem kurgusal hem de başlık açısından “Binbir Gece Masalları”na referans vermeyi uygun buldum. Eskiden Doğu masalları ‘bildirirler ki’ diye başlarmış, ben de burada masalla bir çeşit sözlü tarih aktarımı yapıldığını düşündüm ve o yüzden kurgusal açıdan bir kadının hayat hikayesinden yola çıkarak bir sözlü tarih aktarımına niyetlenerek bu işe başladım. Yazılı tarihin eksik bıraktığı ya da yanlış aktardığı şeyleri sözlü tarihin tamamladığını düşünüyorum. ‘İbretnuma’ da bir kadının hayat hikayesinden yola çıkarak aslında cinsiyetçilik, aile eleştirisi, kadın güzelliği, göç kavramını, oryantalistleştirmeyi irdelemeye çalıştım. Bir kadının hikayesinden yola çıkarak birkaç kuşağın hayatına bakma şansına sahip oluyoruz. Başlangıçta toplumsal cinsiyet inşası, modernleşme üzerine kuruluydu, yakın Türkiye tarihinde ise, toplumsal cinsiyet inşası, muhafazakarlaştırma üzerine gidiyor. Her ikisinde de kadın vücudu bir siyasi araç olarak kullanılıyor, asıl bu içerik açısından kurgulandı. Bunun dışında da hem görsel açıdan hem içerik ile uyumlu olması için minyatürleri kullanmayı tercih ettim. Minyatürler burada bir çeşit öteki sanatı tanımlıyor, ötekileştirmeyi tanımlıyor. Hem görsel açıdan hem de kavramsal olmasını tercih ettim.”

EMRE HÜNER
Emre Hüner’in, dünyayı tekrar çeşitli kültürlerin kalıntılarından kopyalayan ve daha önce Manifesta 9 kapsamında sergilenen “A Little Larger Than the Entire Universe (2012)” adlı geniş çaplı eseri, ekinlikte öne çıkıyor. Sanatçının projesinde referans olarak kullandığı, NASA uzay programı, doğanın örnekliğinde yaratılmış seramik heykeller ya da basit bir alet, bilim, ilerleme ve ütopya arasında, bir ara birim görevi görüyor ve Hüner çalışmasının detaylarını anlatıyor: “Buradaki iş birçok farklı malzemeyi kullandığım heykel ve heykelciklerden ya da bulunmuş nesnelerden oluşuyor. Farklı farklı birçok fikri bir araya getiriyor. Aslında benim bütün işlerim tek bir fikirden değil, birçok kaynağın bir araya gelip tek anlatı yaratması ile oluşuyor. Bu iş Manifesta 9’da sergileneceği için ilk olarak, oradaki mekana bir yandan referans veren, eski kömür fabrikaları, madenleriyle ilişkisi olan, ama bunun sadece endüstri sonrası toplumla olan ilişkisini değil, bir yandan tarih öncesiyle olan ilişkisini de irdeliyor. Burada fosilleşme var, madenlerin oluşmasıyla ilgili fikirler var. ‘Carboniferous’ diye jeolojik bir dönem var. Taşlaşmış, fosilleşmiş, organik maddelerle alakalı, yani kömürün oluşumu o dönemde olmuş. Biraz bu döneme gönderme yapan formlar var ama aslında işin birçok farklı noktası var. Ben heykelleri bir yıl içinde farklı farklı dönemlerde yaptım ve benim işlerim hep eski işlerimden tekrar başlayarak doğuyor. Bu çalışmam için Amazon’da Brezilya’da Fordlandia diye bir yere seyahat yaptım. Fordlandia, 1920’lerde Ford’un kurduğu bir kauçuk fabrikası. Amazon’da ormanın ortasında ama aynı zamanda bir iş çıkıyor ortaya. Burası, hem Manifesta 9’daki kömür madeni ve iş toplumu ile hem de kapitalist üretimin, mimari ütopyanın insan, mimari, endüstri doğa ilişkisinin kalıntılarını görebildiğim bir yerdi. O yüzden benim çok ilginçti. Manifesta 9’da bu kalıntılarla ilişkili ve hayal ürünü medeniyetlerin, geçmiş ile geleceğin çizgisel anlamda değil de daha döngüsel bir arada bulunduğu bir zamanın, o boyutsuzluğun hissedilmesini istiyorum bir şekilde. Ve bu bir manzara yaratarak ortaya çıkıyor. İşin aslında bir anlatısı var, bu anlatıyı bir şekilde izleyicinin kendisinin hissetmesi gerekiyor. Belli bir hikaye anlatmıyorum ama jeolojik dönemlere ya da endüstriyel formlara ya da fosillere veya araçlara, taşıtlara, işi üretirken işten arta kalan malzemelere, doğaçlama çizimlere, bitkilere bir şekilde göndermeler yapıyorum. Bunun içinde tasarım ile ilgili bazı malzemeler var, buluntu nesneler, uydu kalıntısı… Benim fikirlerim böyle doğuyor. Burada ‘uçuş’ kavramı önemli, benim için uçuş bir anlamda moderniteyi temsil ediyor ve bu endüstriyel üretimin uçmakla, dünya üzerinden başka gezegenlere gitmekle alakası var ve bu şekilde bizim teknolojimizin en üst seviyesi. Dolayısıyla uzay programı, Mars’a iniş, Mars yüzeyi gibi coğrafyaları ve oradaki madenlerin de kullanımını bir yandan irdeliyor. Bu formlar aslında bilim kurguyla modern heykel arasında bir ilişki de yaratmaya çalışıyorlar. Bir yandan ilkel, primitif mimari, primitif heykelcikler, aletlerle hayali bir gelecek üzerinden bugünü yeniden kurmanın bir çabası var.
Ben işe sadece yerleştirme olarak bakmıyorum, bu biraz detaylarında kaybolmak gerektiriyor. Bu benim animasyon işlerimden heykelleştirilmiş bir iş. Çalışma biçimim hep detaydan bütüne giderek oluyor. Bu çalışmam da öyle. Burada çizim yerine heykeller, bir sürü nesnenin bir araya gelmesiyle oluşan bir şey.”
Animasyon işleriniz devam ediyor mu?
Son dört yıldır hiç animasyon işi yapmadım, video ve iki adet 12 mm film çektim. Bunları İstanbul’da hem Rodeo Gallery’de hem de Nesrin Esirtgen Collection’da Mart ayında göstereceğim. Bu yeni çalışmalarımın ‘A Little Larger Than the Entire Universe’ işimle alakası var. Yine ütopya mimarisi ve kalıntıları, bunun spekülatif edebiyat ile alakası ve bunlardan ortaya çıkan formlar ve bu formların kurduğu ilişki ile alakalı. Filmlerden iki tanesi burada görmüş olduğunuz heykelleri başka mekanlar içinde, ölü doğa şeklinde yeniden kurgulayan ama daha deneysel yapısı olan filmler. Ama tamamen burada sergilediğim iş üzerinden yeniden kurduğum iki film. Ve de Hawaii’de kaldığım süre içinde oradan topladığım şeylerle yaptığım başka bir film var.

CEVDET EREK
Serginin orta noktasında, 2012 Nam June Paik Ödülü’ne layık görülen Cevdet Erek’in özel olarak aydınlatılmış sergi salonunun merkezi için geliştirdiği minimal ve mekanı kavrayan enstalasyonu, sanatçının bir müdahalesi olarak göze çarpıyor. Müzenin tarihine ve mimari yapısına yaptığı atıfta Erek, gün ışığını tasarım aracı olarak kullanıyor ve geçici mimari aracılığı ile mekan ve ritme duyduğu ilgiyi belirginleştiren metaforik bir ifade yaratıyor. Cevdet Erek çalışması ilgili şu açıklamayı yapıyor: “Bu sergi için özel bir hacim yarattım. Serginin ortasında bir avlu gibi duruyor. Ama asıl fikri şudur, on yıldır kapalı duran doğal ışığı açtırmak. On yıldır tavan kapalıymış, gün ışığı içeri girmiyormuş. Amaç bu ışığı içeri almak, bir performans aslında. Sonra etrafını perde ile kapattık, duvar gibi ama ışığı geçirebilecek ama sesi içeriye almayan, sesi emen bir malzeme kullandık. İşin adı ‘Yeniden Aydınlanma’, hani birinin evine gidersiniz ve karanlıktır, ‘aç şu pencereleri’ falan dersiniz, onun gibi. Amaç, mekanın ortasında doğal ışıklı bir hacim yaratmak. Çok sade bir fikirden ortaya çıkıyor. Ortaya bir cisim koymak değil de, ışıkla aydınlanan hacmin kendisini serginin ortasına koymak bana çok uygun geldi.”

AHMET ÖĞÜT
“Bu sergideki işi küratörler seçti. İlk olarak,i 2011 yılında Lizbon’da yaptığım bir yerleştirme işiydi, eş zamanlı olarak Diyarbakır’da kamusal alan projesiydi. İlk sergilediğim zaman avuç büyüklüğünde on tane taş vardı, o taşların üzerine -özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan bir gelenek olan “Nose Art” olarak adlandırılan- Amerikan savaş uçaklarının üzerine askerlerin yaptığı resimlerden seçtiğim on tane grafiti ya da askerlerin kendi yorumlarıyla yaptıkları resimleri, -çoğunlukla naif resimler- aktardım. Resimlerin ortak noktası da, ya bir çizgi film karakteri oluyor, hayvan oluyor ya da askerlerin kendi yarattıkları bir karakter oluyor. Bunu bombalar ile ilişkilendiriyorlar, bomba taşıyorlar, bomba atacaklar, zaten bombardıman uçakları tehlikeli, bir de rahatsız edici bir mesaj var karşı tarafa, gidecekleri yere. Ama karşı taraf bu mesajı görmüyor, aslında bu mesajı kendilerine veriyorlar, uçağın üzerindeki mesajı sadece kendileri görüyor. Aslında vicdani olmayan bir durum var. Ben bunu güçlü silah olan bombardıman uçağından, en güçsüz silah olan taşa aktardım. Bir de o dönem Türkiye’de, taş atan çocuklar ile ilgili bir tartışma vardı, birçoğu bir yıla yakın gözaltında tutulmuşlardı. Bunun hukuki olarak tartışması vardı, 18 yaşın altında olan bu çocukların gözaltında tutulması tartışılıyordu. Ben bunu onlara bir hediye gibi düşündüm. Lizbon’da bu proje başladığında on taş vardı ve her üç günde bir Fedex’ten bir kurye geldi, bir taşı Diyarbakır’daki arkadaşıma gönderdim, onları teslim aldı ve sokakta bıraktı. Bıraktıktan sonra da ne olduğunu bilmiyoruz, büyük ihtimalle birileri gördü. Şu anda bir tane kaldı, o da arşiv gibi, diğerlerini temsilen duruyor. Diğerlerinin fotoğrafları var, bir tanesi de fiziksel olarak duruyor. Burada sergilenen boş kaideler de o süreci temsil ediyor. Süreç üzerine kurulu bir iş. Lizbon’da şık bir enstalasyon iken, Diyarbakır’da kimsenin nereden geldiğini bilmediği, bir anda yolda bulduğu, üzeri resimli bir taş. Uzaydan inmiş gibi duruyordu herhalde, hiç kimsenin tahmin edebileceği bir şey değil. Oyunsu, çocuksu görünüyor. Bulan kişi saklamıştır ya da bulunmamış da olabilir. Ne zaman karşıma çıkar ya da çıkar mı hiç bilmiyorum ama burada benim için ilgi çekici olan, bir tarafta çok şık bir enstalasyon iken, öbür tarafta bilinmez bir şey olması. Bilinmezlik ya da onu bulan kişinin bunun bir sanat eseri mi ya da ne olduğunu, nereden geldiğini bilmemesi. Bilinmezlik esas merak uyandıran şey, o merak da onun üzerine düşündüren şey, esas olan düşünceyi tetiklemek. Taş yerde dururken bir işlevi yok.”

SİBEL HORADA
“Bu sergideki çalışmam, benim İstanbul’daki ilk kişisel sergimden geriye kalanlar diyebiliriz. Daire Galeri’de 2012 yılının Haziran ayında başlayıp Eylül ayının sonunda biten ilk kişisel sergimden. Yangın ile ilgili çalışmaya karar vermeme gelince; İstanbul çok değişen bir şehir ve bu kadar unutuşla, mekanların değişmesi, bir takım şeylerin unutturulması ile denk düşüyor ve ‘böyle bir yerde nasıl yaşanır’ gibi şeyler üzerine düşünürken, yangın ile ilgili bir şeyler çıkarabileceğimi düşündüm ve tam o esnada gerçekten yanmış bir evin kalıntıları ile karşılaştım. Orada çekici bir şeyler olduğunu hissettim. Sergim için gerçek yanmış bir evden malzemeler topladım ve Daire Galeri’de sergiyi yaptığımda, ilk odaya 60-70 tane yarı yakılmış kasalardan bir enstalasyon yerleştirdim. MAK’taki sergilemeden biraz daha farklı bir şekilde, üst üste, mimari bir form gibi duruyorlardı. Tabii bu enstalasyonunun çok keskin bir kokusu vardı, yeni yangın geçirmiş, o is kokusu çok güçlü bir koku. Arka odada ise ‘Yangın Günlükleri’ diye bir çalışmaya başladım, serginin başında çok az şey vardı. Serginin sonuna doğru oradan, yangına, unutuşa dair bir anlatı çıkarmayı hedefledim. Süreç içinde bulunmuş nesneler, ses kayıtları, karşılaşmadan seçtiğim nesneler, şeritsiz bir daktilo ile yazdığım sessiz notlarla o anlatıyı oluşturdum. Notların sessiz olması benim için şöyle önemliydi, mürekkebin olmayışı, ilk başta onların hiçbir şeyi yokmuş, iz yokmuş gibi düşündürtüyor, fakat okumak çok kolay olmamakla birlikte, hemen bağırmamak ile birlikte, okumak çok mümkün. Aslında mesele güneşten, ışıktan solabilecek bir mürekkep izinden çok daha kalıcı izler daktilonun, tuşların bıraktığı vuruşlar. Ve sessizlik ile ilgili nasıl konuşabilirim diye düşündüm: Geçmiş yüzyılın bir sessizliğini ortaya çıkaran, İzmir yangını, şu anda konuşulan bir şey ama ben ilk olarak aslında iki yıl önce Amsterdam’da bulduğum bir kartpostal vasıtasıyla öğrendim. Böyle bir yangın olduğunu bilmiyordum, hele ki öyle bir tarihte, hemen Kurtuluş Savaşı’nın akabinde böyle bir şey olduğunu bilmiyordum ve Amsterdam’da Sahaflar Çarşısı’nda böyle bir kartpostaldan öğrenince, o konudaki sessizlik ile ilgili nasıl konuşabilirim diye düşündüm. Viyana’daki sergideki yerleştirmeyi nasıl yapacağımı bilmiyordum, Daire Sanat’taki sergim bittiği zaman, 60 kasanın çoğu kısmını yakılıp, -sergideki fotoğraflarda gördüğünüz gibi- kül haline gelmişti ve bir kısmı da galeride kalmıştı. Onlar buraya geldi, buradaki yerleştirme de anıt alanlarını çağrıştıran bir etki bıraktı bende ve burada yerine oturdu gibi. Bundan sonra İzmir’e Port-İzmir etkinliğine gidecek bu enstalasyon.



HALİL ALTINDERE
“Sizin de bildiğiniz gibi bu güncel sanatçıların katıldığı bir grup sergisi. Aslında 90’ların ve 2000’lerin sonlarına kadar bu çok problemetik bir alandı. Çünkü ülke temsili, etnik yapı, coğrafya ya da dini inanç temsilli sergiler beraberinde tehlikeli bir bakış açısını da getirdiği için, biz ve bizden önceki kuşak bu tip grup sergilerine mesafeli davranmaya gayret ettik. Hatta 1993’ten 2010’lara kadar bu türde temsil sergilerini reddetmiştik, ta ki yabancı küratörlerin Türkiye’ye geldiklerinde bütün ön yargılarından arınıp, seni sanatın ve ismin için bir sergiye davet ettiğine ikna ettiği zaman, teklifi kabul edebiliyoruz. Daha öncelerde 80’lerde ve erken 90’larda sadece Türk diye, Müslüman, Ortadoğulu diye insanlar gelip gönül rahatlatma ya da post kolonyalist yaklaşma turları şeklinde eserleri seçip, sergiler yaptıkları için biz de durumla ilgili tavır almıştık, ama ne yazık ki arada “Turkish Delight” tarzı sergilere katılan sanatçılar da olmuştu. Ta ki insanlar bu tavrımızı ve gerçekten yapılan işlerin birbiri ile olan diyaloğu ya da kavramsal çerçevesinden yola çıktıkları bir sergi önerileri olduğu takdirde katılmaya başladık. Bu sergi de bu anlamda beni şaşırttı, çünkü uzun zamandır bu tip sergilere katılmıyordum. Sergide, farklı pozisyondan ve jenerasyondan sanatçılar var, 15-20 kişi. 2000 metrekarelik sergi mekanını gezdiğimde hiçbir yerinde ‘ya burası Türkiye sanatı, bu şunu çağrıştırıyor’ gibi bir izlenim yok. O yüzden farklı bir döneme işaret edebilecek bir sergi bu. Tek tek hem sanatçılar hem yapıtlar hem de yapıtların diyaloğunda dünyanın herhangi bir yerinde olabilecek, çok sesli, çok yapılı güncel bir sergi olmuş.
Sergide iki yapıtım var, iç salonda “Homage to Serge Gainsbourg” çalışmam var. Çünkü 1999’dan 2008’e kadar “art-ist” isimli güncel sanat dergisinin yayıncılığını ve editörlüğünü yaptım. Arada da daha çok belleğe ilişkin kitaplar çıkarmaya devam ediyoruz. O, oto portrede bir belleği oluşturan, aynı zamanda da bir belleği bir çırpıda yakan bir pozisyon var. Oto portre diyebileceğimiz bir iş. “Boxing Bag”, kum torbası işinin ise daha fetiş ve daha davetkar bir durumu var, insanların yumruk atmasıyla ilişkili. Ama işin malzemesi ile ilgili bir sorun var, ne kadar gerçekçi görünse de aslında bu mermerden dökülmüş bir iş. İnsanlar yumruk atmaya kalktığı zaman ellerinde bir acı hissediyor. Bu günümüz sanatının ne olup olmadığıyla ilgili de bir soru. İzleyiciler artık sergilerden sadece estetik bir haz ile dönmek zorunda değiller, bazen ellerindeki ağrıyla dönebilirler. Sanatın ne olduğunu sorgulamalarını istedim. Bunu seçmemin bir başka nedeni de, Türkiye ve temsil ile ilgili bir sergiye katıldığınızda tamamen o beklentinin ötesinde ve hiçbir zamana ve mekana ait olmayan bir eser. İnteraktiflik ve deneyimi de öngören ve tasarlayan bir yapısı var. Başta da belirttiğim gibi bütün bu kavram ve tartışmaların ötesinde, izleyici farklı bir deneyime teşvik ediyor.


Yazı: Ümmühan Kazanç, Artam Global Art, Sayı:22, Mart-Nisan 2013.

20 Eylül 2013 Cuma

SHIRIN NESHAT: “Türkiye’ye gelmek evime dönmek gibi…”

SHIRIN NESHAT: “Türkiye’ye gelmek evime dönmek gibi…”

1957 yılında İran’ın Kazvin şehrinde doğan Shirin Neshat, uzun yıllardır New York’ta yaşıyor. Batı hayranı doktor babasının etkisiyle, Tahran’daki yatılı Katolik bir okula devam eder. Babasının Batı ideolojilerini benimsemesiyle, Neshat da Batı feminizminin bir biçimini kabul eder. İran Devrimi’nin başladığı dönemde Neshat, ülkesinden ayrılır ve Los Angeles’e sanat eğitimi almaya gider. Devrim’den bir yıl sonra San Francisco körfez bölgesine gider ve Dominican Kolej’e başlar. Daha sonra UC Berkeley’de üniversite, master ve güzel sanatlar master’ını tamamlar.
Okulunu bitirdikten sonra New York’a taşınır ve Storefront Sanat ve Mimari’nin yöneticisi Koreli küratör Kyong Park ile evlenir. Burada, ilerideki sanat yaşamında etkili olacak birçok farklı ideoloji ile tanışır. Bu süre zarfında ciddi anlamda bir sanat üretimi yoktur. 1990 yılında İran’a gider ve hatırladıkları ile gördükleri arasındaki ciddi fark onu şok eder. Neshat’ın ilk dönem fotoğraf serilerinde “Unveiling (Peçeyi Açma)” (1993) ve “Allah’ın Kadınları” (1993-97), kendi ülkesindeki İslami köktencilik bağlamında kadınlık kavramını inceler. Bu serideki tüm kadın portrelerinin üzerine kaligrafi uygular. Neshat, çalışmalarında çağdaş İslam toplumlarındaki kadınların sosyal, siyasal ve psikolojik deneyimlerinin boyutlarını ele alır. Ayrıca Farsça şiir ve kaligrafi kullanarak, şehit, sürgün alanı, kimlik ve kadınlık sorunları gibi kavramları inceler.
2001-02 yıllarında, şarkıcı Sussan Deyhim ile işbirliği yaparak “Logic of the Birds” isimli multimedya çalışmasını gerçekleştirir. Video çalışmaları arasında “Anchorage” (1996), “Shadow under the Web” (1997), “Turbulent” (1998), “Rapture” (1999) ve “Soliloquy” (1999) bulunuyor. 1999 yılında 48. Venedik Bienali’nde “Turbulent” ve “Rapture” çalışmaları ile “Uluslararası Ödül”e layık görüldü. 2009 yılında Shahrnush Parsipur’un aynı adlı romanından esinlendiği, uzun metrajlı “Women Without Men” filmiyle 66. Venedik Film Festivalin’de Altın Aslan ödülünü aldı. 2006 yılında, sanat dünyasının en önemli ödüllerinden olan The Dorothy ve Lillian Gish Ödülü’ne layık görüldü. Bugüne kadar dünyanın sayılı galeri ve müzelerinde sergi açan, bienal ve sanatsal etkinliklere katılan Neshat’ın eserlerini ilk satın alan kişiler arasında yine dünyanın bir diğer önemli kadın fotoğraf sanatçısı Cindy Sherman bulunuyor.


Sayın Shirin Neshat, sizinle röportaj yapmak büyük bir keyif. Çok teşekkür ederiz. Bazı çalışmalarınız 5. Uluslararası İstanbul Bienali’nde (1997) gösterilmişti. Fakat ilk kez kişisel bir sergi için İstanbul’a geliyorsunuz. Çağdaş Türk Sanatı takipçileri, dünyadaki diğer sanatseverler gibi sizin fotoğraflarınızı, özellikle “Allah’ın Kadınları” serinizi çok yakından biliyor. 1990’lı yıllardan bu yana dünyanın her yerinde kişisel ve solo sergileriniz oldu, fakat İstanbul’da ilk kez. Bu sergi hakkındaki duygularınızı öğrenebilir miyiz?
Öncelikle İstanbul’da sergi açmak çok heyecan verici. Evet söylediğiniz gibi çok uzun bir süre önce İstanbul’da eserlerim sergilenmişti. Eserlerimin içeriği bu süre zarfında çok değişti, o yüzden tekrar burada olmak çok güzel. Benim için bundan daha önemli olan Türkiye, benim için çok özel bir ülke. İran doğumluyum ve ülkelerimiz sınır komşusu. Ülkemden sürgün edildiğim içim ailem ile Türkiye’de buluşuyoruz. Ayrıca Türkiye ve İran’ın kültürel, politik ve duygusal açıdan birçok ortak yanı var. Benzer müzikler, benzer şiirler… Her ikisi de eski medeniyetler olduğu için birçok kültürel bağ var. Çağdaş olarak baktığımızda da aynı ilişkiler devam ediyor. Gerçekten bu sergi vasıtasıyla tekrar burada olmak büyük onur ve keyif. Yıllarca Batılı ülkelerde çalıştıktan sonra, Türkiye’de olmak çok güzel. Doğu’da sergi açtığım tek ülke Türkiye. Biliyorsunuz İran’da sergi açamıyorum, hatta ziyarete bile gidemiyorum. Türkiye’ye gelmek evime dönmek gibi bir duygu benim için.

10 Mayıs’ta Dirimart’ta ve 11 Mayıs’ta santralistanbul’da yapılacak sergi açılışlarınızda bulunacaksınız. İstanbul’da ziyaret etmek istediğiniz yerler var mı? Belki de İstanbul yeni bir fotoğraf seriniz için ilham kaynağı olur?
İstanbul’u gezmek için defalarca geldim, çok yakından bildiğim bir şehir. Kapalıçarşı’ya tekrar gitmeyi çok isterim, turistik bir gezi yapmayı düşünmüyorum. Bunların hepsini zaten gördüm. Sadece etrafta yürümek istiyorum. Pera Palas ve Büyük Londra Oteli’ni çok seviyorum. İstanbul Bienali için geldiğimde Büyük Londra Oteli’nde kalmıştım. İstanbul’da arkadaşlarım var. Aya Sofya, Mısır Çarşısı, Kapalıçarşı hepsi müthiş. Bence dünyanın en güzel şehirlerinden biri İstanbul. Manzara, insanlar, şehrin kokusu ve sesleri… Sanırım buraya aşığım. Şehrin enerjisini tekrar hissedeceğim için çok heyecanlıyım. Sergi için ailem de İran’dan geliyor. Babam, kız kardeşlerim ve onların çocukları… Onlarla zaman zaman İstanbul’da buluşuyoruz. Onlar da çok heyecanlı, uzun zamandır birbirimizi görmedik. İstanbul’a son geldiğimizde kız kardeşimin kızı burada evlenmişti. Ailemden yüzlerce kişi buradaydı. Daha sonra Bodrum’a gittik. Harika anılarımız oldu. Tabii ki bu arada İstanbul’da fotoğraf da çekiyorum. İstanbul Bienali için geliyorum şehre. Bir de Mardin’de iki video çektim, orayı da çok seviyorum ve çok özledim.

“Mourners (Yas Tutanlar)” olarak adlandırdığınız yeni fotoğraf seriniz Dirimart’ta sergilenecek. “Yas Tutan İnsanlar” konusunda çalışmaya nasıl karar verdiniz ve neden Mısır’da çalıştınız?
“Mourners (Yas Tutanlar)” serisinin yanı sıra başka fotoğraflar da olacak. 2012 yılında oldukça geniş çaplı bir çalışma olan “The Book of King” fotoğraf serimi New York’taki galerimde sergilemiştim. Bu seri Arap Baharı, İran’daki “Yeşil Hareket” ve genç insanlarla ilgiliydi. Genç insanların daha fazla demokrasi ve değişim için verdiği inanılmaz mücadeleyi ve enerjilerini sorguluyordu. Bir fotoğraf enstalasyonunda 65 fotoğraf vardı. Bazıları İstanbul’da çekilmişti. Geçen Kasım ayında Mısır’a gittim, çünkü Devrim’den sonra, üzüntü, kaybetme, ümitsizlik, hayal kırıklığı duyguları vardı. Ayrıca İran ve Orta Doğu’daki “tutku” duygusu da çok ilgimi çekti, birçok insan öldü. Sokaklardaki duygu çok üzüntü vericiydi. Mısır’da aynı zamanda başka bir film için de çalışıyorum. Devrim’den önce, Devrim boyunca ve Devrim’den sonra yaşananları görme imkanım oldu. Derin bir “kayıp” duygusu vardı. Bir grup fotoğraf çekmeye karar verdim. 2012 yılında sergilediğim “The Book of King” fotoğraf serim genç aktivist insanlar hakkındaydı. Buradaki portreler korkusuz, güzel ve cesurdu. Bu yeni serimde ise, bu insanlarla ilişkili olan kişileri fotoğrafladım. Yaşananlara şahit olan aile bireyleri ya da yaşlı insanlar. Belki onlar da yakınlarını kaybetmişti. “Mourners (Yas Tutanlar)” serisindeki fotoğraflar “kişisel ve ulusal kayıplar” hakkında. “Mourners (Yas Tutanlar)” serisi, çok geniş çaplı bir çalışma olan “The Book of King”in en son parçası. Fotoğraflar Kahire’deki stüdyomda çekildi. Bu insanlar, sıradan, çalışan sınıfa ait ve çok fakirler. Onlarla duygularını, hikayelerini paylaşmaya çalıştım. Ayrıca benimle birlikte fotoğrafları çekmeme yardımcı olan fotoğrafçı da sadece iki ay önce, 22 yaşındaki kızını kaybetmişti. Onlarla, keder ve kayıp duygusu hakkında konuştuk. İnsanlar ağlıyor. Bunları fotoğraflamak çok üzücüydü. O yüzden bu seri Arap Baharı’nın son bölümüne adandı.

Sanatsal kariyerinizin başından bu yana Müslüman toplumların sosyal, kültürel ve dini kodlarına ve kadın-erkek gibi bazı karşıtlıkların karmaşıklığına gönderme yapıyorsunuz. Ayrıca çağdaş İslam toplumlarında kadın kimliği, yeri ve rolünü vurguluyorsunuz. “Mourners (Yas Tutanlar)” serinizin sanatsal ve sosyal katmanlarına baktığımızda bize neler söylüyorlar. 1979 İslam Devrimi’ne gönderme yapan “Allah’ın Kadınları” (1993-97) serinizden farklı olarak erkek portreleri de kullanmaya başladınız? Yine Orta Doğu’da yaşanan değişimlerin ve Arap Baharı’nın izlerini görüyoruz sanırım.
Daha önce benim çalışmalarımda kadın ve erkek arasında büyük bir ayrım vardı. Şimdi yeni çalışmalarımda onlar birbirine çok daha yakın. Evet, çok haklısınız. Eğer benim ilk fotoğraflarımı düşünürseniz, “Allah’ın Kadınları”nda olduğu gibi, bu dönem İran’daki İslam Devrimi’ne denk geliyordu, din gerçek amacından uzaklaşmış ve çok baskındı, temel olarak kadın ve erkek birbirinden çok ayrıydı. Ayrıca kadınlar boyun eğiyor ve İslam dininin değerleri ile hareket ediyorlardı. Bugün, İran toplumuna, “Yeşil Hareket” döneminin fotoğraflarına ve videolarına bakarsak, sokaklarda en az erkekler kadar protesto yapan kadınları da görebilirsiniz. Bu durum tarihte yeni bir sayfaya işaret ediyor, yeni nesil daha eğitimli, kadınlar daha eğitimli, kadınların hiçbiri itaatkar, pasif ve kurban değil. Bu kadınlar, erkekler kadar aktif ve eğitim düzeyleri çok yüksek. Kadınlar, umutları tükenmiş görünmüyor, feminist de değil, erkeklerden nefret etmiyorlar, aksine çok feminen, çok güzeller, çok güçlüler ve kararlılar. Kadın ve erkek arasındaki ayrımcılık yavaş yavaş yok oluyor. İran’ın yeni nesli, din ve politik ideoloji ile ilgilenmiyor, onların ilgisini çeken demokrasi, özgürlük ve adalet. Bugün İran tarihini temsil eden resim bu. Eğer “Allah’ın Kadınları”ndaki eski fotoğraflarıma bakarsanız, buradaki portrelerin hepsi kadın ve dindar. Hatta yeni fotoğraflarımda kadınlar peçe bile takmıyor. Dinin hayatlarını yönetmesi ve kadın-erkek ayrımı fikrini reddediyorlar. Benim çalışmalarım gerçekten İran tarihindeki değişikliklerin yansıması.

Sizin hüzünlü portrelerinizi ileride gülerken görebilecek miyiz?
Aslında onlar ağlamıyor. Aslında hiçbir şey yapmıyorlar. Benim fotoğraflarımın çoğunda insanlar sadece bakıyor. Duygularını gerçekten göstermiyorlar. Evet, son seride ağlıyor gibi görünebilirler. Ben de onların gülmesini çok isterim ama 30 yıldan fazladır yas tutuyorlar ve hüzünlüler.

Ayrıca “Turbulent”, “Rapture”, “OverRuled” isimli üç video çalışmanızı da fotoğraf serginize paralel olarak santralistanbul’da izleme şansımız olacak. 1999 yılında 48. Venedik Bienali’nde “Turbulent” ve “Rapture” çalışmalarınız ile “Uluslararası Ödül”e layık görülmüştünüz ve tanırlılığınız uluslararası boyuta ulaşmıştı. “OverRuled” ise Performa’nın 4. edisyonu için hazırlanmıştı ve 2011 Kasım’ın da gösterilmişti. Ses ve şarkı, video enstalasyonlarınızın önemli unsurları. Bu videoların kavramsal altyapısı ve içeriği konusunda neler söyleyebilirsiniz? 
Bu üç video çalışmamı birlikte sergilemek gerçekten çok önemli. Çünkü video işlerimin evrimini, çalışmalardaki değişiklikleri ve benzerlikleri gözler önüne seriyor. En son işim “OverRuled” ve “Turbulent”e bakarsanız, her ikisi de protesto hakkında. “Turbulent” videosunda kadınlar, geleneksel müziğin sınırlarını kırmaya çalışıyor. “OverRuled” videosunda ise, iki şarkıcı hükümeti protesto ediyor. “Rapture”da da aynı şekilde, cinsiyetler arasındaki eşitsizliklere bir karşı çıkış var. Kadınlar okyanus kıyısına geliyor, bir bota binip uzaklaşıyor ve erkekler kıyıdan bakıyor. Üç çalışma da benim sanat kariyerimdeki değişimleri gözler önüne sererken, müzik ve insanların güç için savaşma fikrini sorgulamaya olan tutkumu da anlatıyor. Protesto, savaş benim çalışmalarımda sürekli ortaya çıkan temalar. Bu çalışmaların hepsi siyah-beyaz. Sanırım benim videolarımı daha önce izleme şansı bulamayan Türk izleyicilerin, benim fikirlerimi anlaması için, küratörün bu üç videoyu seçmiş olması güzel bir fırsat.

“Book of Kings” (2012) fotoğraf serinize kadar, “Women Without Men” gibi daha çok film ve video çalışmalarınıza ağırlık vermiştiniz. Tekrar portre çalışmalarınıza geri döndünüz. Shirin Neshat’ın sanatı dediğimiz zaman ilk aklımıza gelen imge, portrelerin üzerine uygulanmış şiir ve kaligrafi. Şiir ve kaligrafi tutkunuz hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Video çalışmalarımda müzik, fotoğraflarımda şiir kullanmam benim için bir çeşit duygu aktarımı. Çalışmalarım sosyo-politik içeriğe sahip. Müzik ve şiir sayesinde, işlerimin politik boyutlarını tarafsızlaştırabiliyorum. Kaligrafi de aynı işleve sahip. Fotoğrafın üzerine yazdığım zaman, bir çeşit ses etkisi yaratıyor. Fotoğraflar sembolizm ile çok fazla yüklenmiş durumda ve birçok konuya gönderme yapıyor. Ve fotoğraflar oldukça karanlık. Kaligrafi onların daha güzel ve daha şiirsel görünmesini sağlıyor. Benim için videoda müzik, fotoğrafta kaligrafi kullanmanın aynı şiirsel ve duygusal ilişkisi var.

Detroit Institute of Arts’ın organize ettiği çok önemli orta-kariyer retrospektifiniz 7 Nisan’da açıldı ve 7 Temmuz’a kadar izlenebilecek. Neden Detroit?
Bu retrospektif beni çok heyecanlandırıyor çünkü bugüne kadar benim çalışmalarım ile ilgili yapılmış en geniş kapsamlı sergi. Ayrıca Detroit de çok büyüleyici, benim Amerika’daki en favori şehrim. Mücadele eden bir şehir. Zengin tarihi, mimari mirası var. Güçlü bir halkı var. Ayrıca ırkçı ayrımcılık nedeniyle, beyazların çoğu şehri terk etmiş durumda. Daha çok zenciler yaşıyor. Burada çok fazla şey yaşanmaya devam ediyor, müzik, sanat ve kültür etkinlikleri çok önemli. Detroit çelişkiler şehri, benim çelişki, güzellik kavramlarına dayanan çalışmalarıma çok uyuyor. Politik gerçekleri de temsil eden bir şehir. Sergimin burada olması fikri çok hoşuma gidiyor ve gurur duyuyorum.

Bildiğim kadarıyla “Women Without Men”den sonra ikinci uzun metrajlı filminiz ve Katar Ulusal Müzesi’nin siparişi olan bir video üzerinde çalışmaya devam ediyorsunuz. Bu gelecek projeleriniz hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Evet, şu anda Mısırlı şarkıcı Oum Kolthum (Ümmü Gülsüm) ile ilgili filmim üzerinde çalışıyorum. 1975 yılında yaşama veda eden ikon bir isim. Kadın olan bu şarkıcı, 20. yüzyılın en önemli figürlerinden biri. Sanırım birçok Türk dinleyici onun şarkılarını biliyordur. İki buçuk yıldır kendimi bu işe adadım ve Mısır’da birçok araştırma yaptık. 2014 yılında gösterime sunmayı planlıyorum. Katar Ulusal Müzesi’nin siparişi ise bir video çalışması. Katar’ın kültürünün, insanlarının, manzaralarının özünü yansıtan bir çalışma olacak.

Son olarak okuyucularımız için bir mesajınız var mı?
Röportaj için çok teşekkür ediyorum. Umarım Türk sanatseverler sergimi gezerler ve keyif alırlar. İstanbul’u ikinci vatanım olarak görüyorum ve orada olmak için sabırsızlanıyorum.

Röportaj: Ümmühan Kazanç, Milliyet Sanat, 8 Mayıs 2013, s.67-69

MEMDUH KUZAY: TUVALDE NEHİR GİBİ AKAN RENKLER

Tuvalde nehir gibi akan renkler


Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu Memduh Kuzay, 1980 yılından bu yana Türkiye’de ve dünyanın çeşitli şehirlerinde karma ve kişisel sergilere katılıyor. En son Tayvan’da sadece Türk modern ve çağdaş sanatı konusunda uzmanlaşan Wingrow Art Gallery’de eserlerini sergiledi. Kuzay, pop ve soyut ekspresyonist eserleri ile büyük ilgi görüyor.

Resimde özgün olmak çok önemli. Memduh Kuzay’ı farklı kılan, onun resmini hayranlıkla izlenir kılan çekici güç nedir?
Sanatın bütün yelpazeleri için “olmazsa olmaz” olan özgünlüktür. Doğa yarattığı her bir insanın parmak izini bile farklı oluşturdu. Sanatta özgünlük parmak izi gibi olmalıdır. Ülkemiz sanat dünyasında ne yazık ki “özgün” olan, bir elin parmakları kadardır! Dünya sanatını yakından izleyen herkes bunu bilir; bu bilgi donanımı ve “dikkat” ile ilgilidir. Bu da ülkemizde fazlasıyla eksik olan bir şey… Sanatçı, herkesten önce kendi yaptığına, kendisi âşık olmalıdır. Başka hiçbir sanatçının bir milim fırçası kendi tuvaline değmemelidir -gerçi son zamanlarda kendi imzasını bile başkalarının yaptıklarıyla ortaya çıkan “büyük” sanatçılar yok değil, sanırım Rönesans’ın usta-çırak sistemine henüz yeni ulaştılar-.
İçimde yaşattığım sanatıma olan tutkuma yıllardır edindiğim bilgimi de ekleyince, günde en az 15 saatimi atölyemde geçirince bu güç doğdu. Ben resimlerimin santimetre karesini atlamam, adeta bir kuyumcu hassaslığı gösteririm, ayrıca hayata hep pozitif bakar, yakaladığım tüm değerlere kendimce en güzel elbiseyi tüm renklerimle giydirmeye çalışırım, teknik olarak kendi icatlarım vardır. Sonuç olarak Einstein’ın dediği gibi “Aynı şeyleri tekrarlayarak farklı sonuç beklemek aptalların işidir.” Bu benim hep kulağıma küpe olan bir sözdür.

Yılda kaç resim yapıyorsunuz? Eserlerinize gösterilen ilgiden memnun musunuz?
25 yıldır profesyonelce çalışıyorum, Türkiye’de 6 binin üzerinde, yurtdışında da (özellikle Amerika) 2 bin kadar eserim satıldı. Yılda yaklaşık 500 resim yapıyorum. Eserlerime gösterilen ilgi kuşkusuz beni mutlu ediyor, çünkü ben eserlerime ilgi duyanları eserlerimle mutlu ediyorum, bunu biliyorum.

Resimlerinizde sizin karakterinizin ipuçlarını alabiliyor muyuz? Günlük yaşamınızda neler yaparsınız, nelerden hoşlanırsınız?
Resimlerim, benim hayallerimin görselleridir, çok hayal kurarım, çocukluğumdan gelen bir şey bu sanırım, genetik hafızamla ilgili olsa gerek. Çok renkli bir hayatım var, düşük standartlarla çok şeyi yaşamanın şifrelerini çözdüm gibi… Dünya’yı mümkün oldukça gezmeye çalışırım, bu yerlerdeki tek adresim ise seyahatler dışında en az 15 saatim atölyemde geçer, Amerika, İstanbul-Ortaköy, Mersin ve doğduğum köyde -Kayseri’nin bir dağ köyü- aynı atölye sistemini kurdum ve oralarda da çalışmalarımı devam ettiriyorum. Tembellikten nefret ederim, yalan, palavra ve onun getirdiği türevlerden uzak dururum… Güzel yaşama dair her şeye bayılırım… Vazgeçemediğim tutkum, erken saatlerde başladığım kahve ve sigara. Ortaköy’de yaşadığım için bu iki alışkanlığımı, boğazı ve Sarayburnu şehvetini seyrederek güne başlarım, sonra da atölyeye gelir, önce arka bahçemdeki dostlarımı beslerim. 20’ye yakın kedi arkadaşım var, onlar da Ortaköylü…

Sanatçı değişim göstermeli mi? Hangi açıdan; düşünsel mi, ifade şekliyle mi?
Kuşkusuz değişim göstermeli; sanatçı sürekli hareket halinde olmalıdır, yukarıda Einstein’ın sözünü hatırlattım, bence bu her şeye en net yanıttır. Her şey hayallerimizle başlar, gerekli olan tek şey bilgi ve deneyimizi zenginleştirme arzusuna ve olumlu bir ruh hali ile yeni bir şeyi denemek içinde yeterince açık fikirliliğe sahip olmamızdır. Düşünsel olarak tasarladıklarımızı, ifade şekli ile hayata sunarız. Yaşattığımız farklılıklar ve bunun getirdiği değişimler tamamen bize ait olduktan sonra değişim hedef bile olmamalıdır.

Tayvan’da Türk sanatı üzerine yoğunlaşan ve uluslararası üne sahip sanatçılarımızın sergilerine ev sahipliği yapan Wingrow Art Gallery’de “Shall we dance, İstanbul” isimli serginiz yer aldı. Eserlerinizden yayılan İstanbul müziğinin tınısına Tayvanlıların ilgisi nasıldı?
Uzak Doğu’nun binlerce yıllık sağlam kültürü, sanatı ne denli ciddiye aldıklarının ipuçlarıyla doludur. Wingrow Art Gallery benim kişisel sergimi yaptı, üç konseptten oluşan bu sergimde 60 eserim yer aldı. Sergi son derece başarılı oldu, gerek galeriden gerekse bana direk ulaşanlardan bilgece sözler duydum. Bu beni şaşırtmadı, çünkü hem Tayvan’ın kültür düzeyini biliyorum, asıl önemlisi ben ne yaptığımı biliyorum.

Wingrow Art Gallery ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Wingrow Art Gallery, Asya’da Türk modern ve çağdaş sanatı konusunda uzmanlaşan tek galeri. Coğrafik uzaklık, medyanın fazla ilgi göstermemesi nedeniyle Tayvan’da Orta Doğu sanat eserleri çok ender bulunuyormuş. Wingrow Art Gallery, bu nedenle Türk sanatını, uluslararası sanata büyük ilgi duyan Tayvanlı sanatseverlerin beğenisine sunmaya karar vermiş. Ekim 2009’da gerçekleştirdikleri büyük açılışta “İstanbul’u Araştırmak” ve “Ruh Açığa Çıkıyor, İstanbul” isimli iki grup sergisi düzenlemişler. Ergin İnan, Mehmet Gün, Ertuğrul Ateş ve Onay Akbaş gibi sanatçıların sergisinden sonra benim sergim yer aldı. Türk resmindeki hassas renk zevki, antik mitolojiden metaforlar, farklı kültürlerden etkileşim, halk öykülerinden betimlemeler, kaligrafi estetiği gibi özellikleri çok sevdikleri için Türk sanatçıların sergilerine yer veriyorlar. Benim sergim için yayınladıkları sergi kataloğunda resimlerimi şu sözlerle tanımlıyorlardı: “Kuzay’ın tablolarındaki renk zenginliği, ritmik görsel iletişim ve hemen hissedilen Türk dokusu ve nüansları ile Tayvanlıların kalplerinde yer edeceğini umuyoruz. Kuzay’ın resimlerini başka bir şey ile karşılaştırmak isterseniz, gerçek bir karnaval olarak tanımlayabiliriz. Bu partide renk, karnavalın ana teması. Resimlerin arkasına gizlenen müzik faktörü ise, müzik notaları gibi, tuvalden dışarı çıkıyor ve bir renk konçertosu ya da dans müziği oluşturuyor. Tuvaldeki zengin renkler bir nehir ya da bir ipek kumaş gibi akıyor…” Bir sanatçı olarak bu sözleri duymaktan çok büyük mutluluk duydum.

İlk resim deneyiminiz, 3-4 yaşlarındayken evinizin duvarlarına çizdiğiniz “Dünya Haritası” adlı çalışmanız ile başlamış. Kilden kendiniz için oyuncaklar yapmayı seviyormuşsunuz. Resme başlama serüveninizi sizden dinleyebilir miyiz?
Hatırlayabildiğim kadarıyla resme beyaz toprak badanalı odamızın duvarına kömür kullanarak çizdiğim “şey”lerle başladım, bu “şey”ler çevremde sürekli gördüğüm at, eşek, öküz gibi hayvan figürleriydi, bu figürlerden aynı zamanda heykelcikler yapardım. Bunlar aynı zamanda kendi ayrıcalıklarım olurdu, ama hep “çizmek” ağır basardı bende. Sadece duvara değil, kavak ağaçlarının gövdelerini de bıçakla çizerdim. Sanırım doğanın bana yüklediği resim programı o zamanlar çalışmaya başladı. Birden beşe kadar bütün sınıfların aynı mekâna sığdırıldığı “okul”suz bir köyde okudum, olanaklar yok kadar azdı. Buna çocuğu keşfedecek, onu yönlendirebilecek öngörüsü ve bilgisi olmayan bir öğretmeni de eklediğinizde şansınızın ne olacağı netleşir! Öyle ki; tüm okulca çıktığımız bir kır gezisinde -kaldı ki tüm hayatımız kırda, dağda, bahçede geçiyordu zaten- öğretmenin “resim yapacaksınız” demesiyle oluşan sevincimi de hiç unutmadım. Ancak bize verdiği resim konusu da bir o kadar şok etmişti hepimizi, çünkü “Tayyare resmi yapın” demişti… Tayyare bir tarafa, o ana dek gördüğüm araba ya iki ya da üç tane idi, onlar da köyümüze ulaşıncaya dek sıkça arızalanan resmi araçlardı. Vadiye kurulu köyümüzün tepesinden, ince beyaz bulut gibi iz bırakarak binlerce metre yüksekten geçen şeylerin “tayyare” olduğunu büyüklerimiz bize anlatırdı. Tayyare ile ilgili kurduğum hayali görsel hale dönüştürmüştüm, uçtuğuna göre kanatları olmalıydı, kanat yaptım, arabaya da benzemeliydi, teker de yapıp “tayyare” resmimi tamamlamıştım. Öğretmen resmime bakıp “ulan sen ne zaman tayyare gördün?...” demesi hiç aklımdan çıkmadı. 45 yıl önce başlayan serüven son hızla devam ediyor işte.

Mimar Sinan Üniversitesi’nde Özdemir Altan’ın atölyesindeki deneyimlerinizi “doğanın bana attığı mayanın tam tutma süreci” olarak değerlendiriyorsunuz. Bu dönemden sanatınıza yansıyan tecrübeler nelerdir? Nasıl bir öğrenciydiniz?
Özdemir Altan atölyesinde öğrenci olmak biraz “zor”du, ancak bir o kadar da eğlenceliydi. Hocamız her yıl düzenli olarak şarap günü düzenlerdi. Bu Fransız akademi geleneğinden gelen bir şeydi sanırım. Sevgili hocam Güngör Taner’in vizyonu ise bize mutlu ederdi. Ben ilk 3 yıl hocam Özdemir Altan’ın hayranıydım. Yaptığı resimler beni büyülerdi. Ben de hocam gibi yapmaya çalışırdım, tabii öncesinde iki yıl sıkı bir desen sürecimiz oldu, bazen “desen”den çok sıkıldığımız olurdu. Ama yıllar sonra anladım ki o gerekli bir süreçmiş. İşte benim “maya”mın tutması o döneme dek gelir. Doğrusu sabahları atölyeye ilk gelenler arasındaydım. Disiplinli bir program uyguluyordum kendime… Sanırım sevgili hocam bu yönümü görmüş olmalı ki akademi tarihinde 2. sınıf öğrencisi ilk kez atölye başkanı olmuştu, o da bendim ve bu atölye öğrencilerinin oylama yöntemiyle olmuştur, bu 2 yıl devam etti.
Bu dönemler sanatsal tavır almak ve belli bir rota oluşturmak için erkendi. Bunu hissediyordum. Sadece o dönemlerde bile çok yoğun çalışıyordum, öyle ki diploma sergisi (okul içinde) için gereken asgari resim sayısının yaklaşık 3 katı bir sayıyla eserlerimi sergilemiştim, iyi bir derece ile mezun oldum ve bu beni “artık ressam oldum” durumuna taşımıştı, ne zaman ki yurt dışına çıktım ve sanat dünyasının kıyısının kıyısına girdiğimde “hiçbir şey” olmadığımı görmüdüm, sahip olduğum tek şey gerçekten iyi bir desen altyapısıydı… Asıl “okul” ondan sonra başladı.

Hans Hoffman’ın asistanlığını yapan renk ustası Hanry Hincher’den “rengin bir matematik olduğunu öğrendim” diyorsunuz. Rengin matematiği nasıl bir kavramdır? Eserlerinizde de çok renkli bir müzik gibi tüm renkleri canlılığı ve parklılığı ile hissediyoruz.
Hanry Hincher’la tanışmam, benim sanat hayatımın, sahip olduğum kavramların tamamen değişmesine neden oldu. New Orleans’ta “Meydan Ressamlığı” yaptığım 1986 yazında tanıştım. Profesyonel sanatçılara ve akademisyenlere verdiği renk ve boya kursuna davet ettim. Sınavla alıyordu kursiyerleri, oysa benim bu sınava girmemin gerekli olmadığını ve kursa direk başlayabileceğimi söyledi. Ve ben 3 yaz kurs verdiği her eyalette onu takip ettim. Evet, resim bir matematiktir, renk ise bu matematiğin rakamlarıdır. Hangi tarzda olursa olsun desenin, ışığın, rengin kompozisyon halini alabilmesi için dengenin çok iyi hesaplanması şarttır, bu dengeyi oluşturan değerler ise matematiksel hesaptır, tabii ki bu rakamların çarpımı, toplamı vs. gibi algılanmamalı. Söylemeye çalıştığım şey; yükleri iyi paylaştırma oranıdır.
Paletimde bütün renkler hep olur, bunlarla oluşturduğum onlarca değişik tonal renkler ise hep göreve hazırdır. Doğada olmayan hiçbir renk yoktur, bence mümkün oldukça bu sihre hayalimi de katarak “RENK RENK RENK” diyorum. “Renkçi ressam” tanımı bence bilgiden uzak bir tanım; renk kullanmayan veya rengin olmadığı resim olur mu? Siyah beyaz bir resim bile ara tonlarıyla bir renk paleti oluşturur. Ben resimlerimdeki renkleri kirletmiyorum, resimde renkleri temiz tutabilmek güç bir iştir. Bunu, bilen bilir… Sanırım bu yüzden resimlerim hep canlı benim…

Amerika’nın çeşitli eyaletinde uzun zaman sanat çalışmalarınıza devam etmişsiniz. Sanat yaşamınızda Amerika’daki tecrübelerinizin ayrı bir önemi var sanırım.
Dediğim gibi benim asıl okulum Amerika dönemlerim oldu. Orada öğrendiğim en önemli şey “ÖZGÜN” olunmazsa hiçbir şeyin olunmayacağıdır. Çünkü bu çılgın Amerikan dünyasında kendi parmak izinizi göstermek yerine başkalarının eldivenini elinize geçirmenizin hiçbir anlam taşımadığını her defasında gördüm. Yani çorbanın suyunun suyunun suyunu içmek yerine orijinal gerçek çorbadır masaya gelebilecek yemek… Bu anlamda 150 yıllık resim geçmişimizde, etkilenme dışında kopyacılık hâkim olmuştur. Evet, Birleşik Devletler bana sanat yaşamımın sağlam temellerini almamı sağladı. Sonuçta Frank Sinatra gibi şarkı söylemek değil önemli olan…!

İstanbul’un renkli dokusu, resimlerinizin başlıca konusunu oluşturuyor. İstanbul’un renkleri, hikâyeleri, karmaşası ve eşsizliği sizin için ne anlam ifade ediyor?
Yaklaşık 30 dünya ülkesi gezdim. İstanbul kadar etkileyici hiçbir yer görmedim. Tabii ki tüm o şehirlerin de kendi özellikleri ve güzellikleri mutlaka var, ancak İstanbul’da olan birçok şey oralarda yok. Oralarda var olan her şeye ise İstanbul’da fazlasıyla var. Ben İstanbul resimlerim ile sadece tek yönünü vurgulamak istiyorum. Oryantalist yabancı sanatçılar, Cumhuriyet öncesi, sonrası ve günümüzde İstanbul resimleri yaptılar. 2000’li yıllarda bende de böyle bir istek oluştu, ancak hiç kimsenin yapmadığı bir şekilde yapmalıydım; öncelikle hayal ettiğim güzellikte yapmak isterdim. Yaptığım İstanbul resimlerimin tamamında aynı zamanda şehrin binlerce yıllık mitolojik yönlerine de yer verdim. Sosyal dokusu, hatta hatta çokça olan sokak köpekleri ve kedileri de hep mevcut olmuştur resmimde. Birçok kültürün sembolleri ve yapıtları da sık yer verdiğim konular. Dünyada, aynı anda iki kıtada varlığını sürdüren başka bir şehir gösterebilir misiniz? Üstelik söylendiği gibi “ortasından deniz geçen başka bir şehir var mı?”
Tüm Katolik yönleriyle, karmaşasıyla 24 saat yaşayan ve en az beş medeniyetin yaşadığı bir dünya kentinin bir sanatçıyı etkilenmemesi mümkün olur mu? Tabi ki benim için İstanbul’un etrafında oluşan çirkin yığınlaşma değil, benim İstanbul fotoğrafım surlar içinde kalan Yeditepe ve boğaz İstanbul’udur. Yaşamı, yaşanılması için insana kendini hep hissettirir İstanbul…!

Kolaj, tuval ve metal üzerine resim gibi birçok farklı teknikte çalışmalarınızı oluşturuyorsunuz. Ayrıca sanat eserlerinize baktığımızda farklı dönemlerde farklı konulara ağırlık verdiğinizi görüyoruz. Sanatsal dönemlerinizi nasıl tanımlarsınız?
Dediğim gibi ben çok hayal kurarım ve kurduğum hayallerin boşa gitmesini istemem, bu yüzden sürekli garip şeyler denerim. Kafamda oluşanları resim diliyle ve kendi dilimle anlatmaya başlarım, tabi ki bu günübirlik değil, şu ana dek 5-6 tarz çalıştım, her tarzımın bir sonrakine uzanan yolunda en az bin resim yapmışımdır. İşin bana heyecan veren bir başka yönü ise kafamda hala on bin planımın olması, doğmayı bekleyen binlerce aşkım, yani resmim sırada sabırsızca yerlerinde duruyor. Dünyada kolaj tekniği ile yaptıklarımın ilk olduğunu biliyorum, yanlış anlaşılmasın kolaj tekniğinin ilki benim demiyorum, dediğim bu tekniği taşıdığım düzey ve tarz. İtiraf etmeliyim ki kolaj çalışmalarım olanaksızlık dönemlerimin, yani boya, fırça vs. alabilecek paramın olmadığı bir dönemdi. Ve elime geçen tüm sert yüzeylere yapıştırmaya başladım, iğneyle kuyu kazmak gibi bir şey bu. Belirtmek isterim ki asla ve asla hiçbir teknolojik üründen yararlanmadım. Bu teknikte yaptığım yüzün üzerinde İstanbul resmim, en az bir o kadar değişik metal ve malzemelerden oluşan soyut resmim koleksiyonlarda yerlerini bulmuştur. Şu bir gerçektir: sonuçta ortaya “sanat eseri” çıkıyorsa ve en az 2-3 yüzyıl dayanabilecek, bozulmayacak, değişmeyecek malzemelerle doyuruyorsanız ne tür bir malzeme kullanacağınız hiç önemli değil, daha doğrusu fark olmaz.

Siz yaşamını tamamen resme adamış, bugüne kadar onlarca sergi açmışsınız. Resim ve sanat adına tüm hayallerinizi gerçekleştirdiğinize inanıyor musunuz? Bundan sonraki hedefleriniz nelerdir?
Boya dokunmamış hiçbir elbisem, ayakkabım yoktur benim, son 15 yıldır tırnak aralarımın boyasız olduğunu söyleyemem, bilmeyenler çoğu kez tırnaklarımın pis olduğunu sanırlar… Benim oksijenim RESİM… Çalışmadığım nadir de olsa 1-2 gün olunca aşırı agresifleşiyorum ve etrafımdakileri kırdığımı görüyorum. Bu yüzden evliliklerimi -4 kez evlendim-yürütemedim. Yaşamım boyunca resimlerimden çok para kazanmayı aklımdan bile geçirmedim. Yaptığım bir resmi 5 resim daha yapabilmek için makul paralarla sattım. Hayallerimi dizginleyemememden dolayı şu ana dek 7.000’nin üzerinde resim yaptım ve hiçbir zaman onlarla bir pazar oluşturmaya zaman ayırmadığım gibi, önem de vermedim. İçimdeki resim aşkımı yaşayabilmek için küçük fiyatlara resim satmam bana bu aşkı yaşatıyorsa ödül başka ne olabilir ki? Sonsuza tohumladığım ürünlerimin varlığı ve hep var olacağı gerçeği hayallerimin gerçeğe dönüşmesini sağlıyorsa neyi neye göre kıyaslayabilirim. Böyle bir hesap ve yaklaşım ne kadar sığ ve basit olur, bu hayallerimi kendi elimle zehirlemek anlamına gelmez mi? Bunu asla yapmam.

Röportaj: Ümmühan Kazanç, Milliyet Sanat, Temmuz 2010, s.96


İSTANBUL’UN BALKON BAHÇELERİ

ŞEHRİN İÇİNDE ŞEHİRDEN UZAK
İSTANBUL’UN BALKON BAHÇELERİ

Ümmühan Kazanç

Şehirlerin hızla büyümesi ve kalabalıklaşması ile birlikte çoğumuz yüksek apartman dairelerinde yaşamaya mecbur kalıyoruz. Özellikle İstanbul gibi bir metropolde -banliyölerdeki villa kentleri saymazsak- bahçe içine konumlandırılmış müstakil evlere, villalara sahip olabilenlerin sayısı da giderek azalıyor. Peki bu betonlaşmayı ve apartmanların saltanatını şimdilik durduramayacağımıza göre, hayatımıza çiçekler, bitkiler ve hatta balkon ağaçları ile yeni bir boyut getiremez miyiz?   
Evet, kesinlikle... Yaşamdan daha çok keyif almamızı, günlük streslerden biraz olsun uzaklaşmamızı sağlayacak çok keyifli bir yöntem var: Rengarenk balkonlar... Sabah işe giderken veya akşam evinize dönerken geçtiğiniz sokaklardaki apartmanların balkonlarına şöyle kısa bir bakış atarsanız, inanılmaz sürprizlerle karşılaşabilirsiniz. Petunya, sardunya, mor salkım, sarmaşık, hercai menekşeleri ve daha birçok bitkilerle yeşillendirilen balkonlara ve pencerelere -sayıları az da olsa- hayran kalmamak elde değil. İstanbul’un çeşitli semtlerinde, büyük caddelerde, ara sokaklarda yaptığımız “çiçekli balkonları seyir” turunda öyle güzel uygulamalar ile karşılaştık ki, insanoğlunun yaratıcılığını bir kez daha takdir ettik.
Peki bizleri balkonlarımızda ve pencerelerimizde çiçek ve bitki sahibi olmaya iten nedenler nedir ya da rengarenk ve yemyeşil balkonların avantajları nelerdir? İlk ve tartışmasız sebep, yazının girişinde de belirttiğimiz gibi ruhsuz, gri şehirlerde yeşile olan özlemimizin giderek artması. Rahat bir nefes almak, gözlerinize yeşilin her tonu ile bir ziyafet çekmek için her hafta sonu kendinizi şehir dışındaki ormanlara, mesire yerlerine atmanıza gerek yok. Nasıl mı? Tabi ki balkon ve pencerelerinizi doğadan ve cennetten bir köşeye dönüştürerek. “Fakat çiçek bakmak çok zor” dediğinizi duyar gibi oluyoruz. Genel kanının aksine artık çiçek bakmak çok kolay.
İlk olarak yapmanız gereken sayıları her geçen gün artan seraları, fidanlıkları ya da yapı marketlerin bahçe bölümlerini ziyaret etmeniz. Çekingen davranmayın, bir şey satın almayı düşünmüyorsanız bile sera ziyareti başlı başına bir keyif. Hem kendiniz, hem de aileniz için. Yok artık siz de renksiz, ruhsuz bir çevreden sıkıldıysanız planlar yapmanın tam zamanı. Ne kadar saksıya ihtiyacınız olduğunuzu tespit ettikten sonra, bitki ve toprak seçimi için çalışmalara başlayabilirsiniz. İşte size birkaç küçük ipucu. Peyzaj Mimarı Gonca Genç balkon, teras ve pencere önü için çiçek ve bitki seçmeden önce nelere dikkat etmemiz gerektiğini şöyle sıralıyor:
“Bu alanların hangi yönden güneş ve rüzgar aldığı çok önemli. Eğer rüzgar ve güneş etkisini dikkate almadan seçim yaparsanız, çiçek ve bitkilerinizin büyümesi ve çiçek açması geç kalacak, su ihtiyacını ayarlama sorunu ortaya çıkacaktır. Güneş ve rüzgarın etkilerine daha açık bu alanlarda uzun süre çiçekli kalan, saksı kullanmak zorunda olduğunuz için çok fazla kök salmayan bitkileri tercih edebilirsiniz. Örneğin ateş çiçeği, kadife çiçeği ve sardunya güneşin sert ışınlarına karşı oldukça dayanıklıdır. Saksı olarak yerinize göre yuvarlak, uzun-dikdörtgen, makrame, duvara monte edilebilen saksılardan zevkinize uygun olanlarını seçebilirsiniz. Çiçeklerin ilk dikim toprağı çok önemlidir, bu yüzden hangi çiçek için toprak alacağınızı, satın aldığınız kişiye belirtmenizde fayda var. Çiçeklerinizin daha iyi çiçeklenmesi ve gelişmesi için besin ve vitamin takviyesi yapabilirsiniz. Ama buna bütçe ayırmak istemiyorsanız, kaliteli gübreli toprak kullanarak da çok iyi sonuç elde edebilirsiniz”. 
Balkon, teras ve pencere önlerinde dört mevsim renk cümbüşü yaratmak mümkün. Mevsimlik çiçeklerin yıllık takvimi ise şöyle:
       
Kasım-Şubat Dönemi: Kasımpatı, çuha
Şubat-Haziran Dönemi: Hercai menekşesi, çuha, şebboy, sümbül ve lale gibi soğanlı çiçekler
Nisan-Eylül Dönemi: Çiçeklerin coştuğu bu dönemde deyim yerindeyse ne ekseniz yetişiyor ve çiçek veriyor. Petunya, latin, yıldız, kadife, ipek, begonya, cam güzeli, buz çiçeği, lobelia, çin karanfili, acem halısı, lavandula, küpeli...

Onlarca seçenek arasından sizin hangi çiçeği ve rengini daha çok sevdiğinize karar verip fideleri saksılara dikmeniz yeterli. Bu çiçekler ve bitkiler sürekli gözünüzün önünde olacağı için kişisel tercihlerinizi çok iyi belirlemenizi tavsiye ederiz. Kırmızı çiçekten bir kök, mor açanından üç kök, sarısından iki adet çok karışık bir görüntü yaratabilir. Bu yüzden renkleri ve türleri birbirleri ile uyumlu bir ya da birkaç çeşit çiçeği tercih etmeniz balkonunuzun dıştan görünümü için de bir şölen niteliği taşıyabilir. Fideleri seçerken kökleri, yaprakları ve dalları sağlıklı olanları satın almayı da unutmamak gerekiyor. Ve tabii ki yaz aylarında çiçeklerinizi düzenli olarak sular ve belirli aralıklarla vitamin verirseniz tüm komşularınızın kıskanacağı bir görüntü yaratabilirsiniz.
Günümüzde komşuluk ilişkilerinin giderek bozulduğu yolundaki söylemleri daha sık duyar olduk. Bitkileri komşularınız ile paylaşarak ilişkilerinizi güçlendirebileceğiniz hiç aklınıza geldi mi? İşte mükemmel seçenekler: Asma, sarmaşık, hedera, mor salkım, acem borusu, begonvil, yasemin, hanımeli, amerikan sarmaşığı gibi bitkiler apartmanların bahçelerinde büyütülerek birkaç katın balkonuna sardırılabilir. Ve sonra yemyeşil balkonlarda komşularınız ile sohbet etmek, çay yudumlamak çok keyifli olacaktır. Bir de beton etkisini neredeyse sıfıra indirerek, şehrin ortasında yaratacağınız yemyeşil sevimli görüntü için en güzel apartman ödülünü bile alabilirsiniz. Son yıllarda bazı semt belediyelerinin “en güzel balkon” yarışmaları düzenlemeye başladığını belirtelim. Keşke bu yarışmalar “en güzel sokak, cadde ve semt” olarak genişletilebilse. O zaman şehirlerimiz sizce de daha yaşanır olmaz mı? Ama yine de belediyelerin yeşillendirme ve çiçeklendirme konusundaki azimlerini görmezlikten gelemeyiz. Ziraat Mühendisi Petek Cengiz sera ve fidanlıkların sayılarının artış sebeplerinden birini belediyelerin park ve bahçelerde çiçeklendirme ve yeşillendirmede gösterdiği titizliğe bağlıyor: “Fidanlığımıza gelenler parklarda gördükleri fidelerden istiyorlar. Ayrıca belediyeler de bizden çok fazla fidan ve fide satın alıyor. Son yıllarda sera ve fidanlıkların çoğalmasıyla pazara giren, Hollanda ve İtalya’dan ithal fide ve bitkiler, formları ve çiçeklerinin renk zenginliği ile çiçek sahibi olmayı daha cazip hale getiriyor. Bir de devam eden ağaçlandırma kampanyaları halkımızın yeşile olan sevgisini ve ilgisini artırıyor, bitkileri daha yakından tanıma fırsatı sunuyor. İnsanlarımızın yeşile olan özlemi de bu çalışmalara eklenince ileride daha renkli ve daha canlı şehirlerin bizleri beklediğine olan inancımız büyük”.
Balkon ve terasların sadece çiçek yetiştirmek için ideal olduğunu düşünmüyorsunuz değil mi? Benim balkonumda bir saksı nane ve fesleğen var. Dokunduğumda öyle güzel kokuyorlar ki. Yeşil salatam için gereken fesleğen ve nane ihtiyacımı bile balkonumdan karşılıyorum. Dereotu, maydanoz, soğan ve hatta süs biberlerinin bu alanlarda yetiştirilebileceğinizi bir düşünsenize. Kendi elleriniz ile yetiştirdiğiniz hormonsuz ve gübresiz otlarla hazırlayacağınız salatanın tadına doyum olmayacaktır. Bu otların tohumları da yapı marketlerde ve seralarda satışa sunuluyor. Ama sakın bir paket tohumu bir saksıya boca etmeyin, bu otlar çok çabuk büyüyüp yayıldığı için uzun dikdörtgen bir saksıya az miktarda tohum serpmeniz yeterli.
Hazır tohumdan söz açılmışken, mevsimine göre fide alıp saksılarda büyütmenin keyfi başka ama tohumdan çiçek yetiştirme zevkinin ise tarifsiz olduğunu belirtelim. Eğer gerçek bir çiçek tutkunuysanız aman dikkat! Yapı marketlerde ve seralarda yer alan çiçek, sebze ve salata otları tohumları bölümünde saatler harcayabilirsiniz şimdiden uyarıyoruz. Hollanda, İtalya gibi çiçek ticaretinin ekonomilerinde önemli bir yer tuttuğu ülkelerden ithal edilen ve Türkiye’de hazırlanan çiçek tohumları onlarca seçenek sunuyor. Her paketin ön yüzeyinde ekeceğiniz tohumların ileride nasıl bir görünüm alacağı gösteriliyor. Paketlerin arka yüzeyinde ise tohumların toprağa bırakılma, büyüme ve çiçek açma takvimi mutlaka belirtiliyor. Tek yapmanız gereken balkonunuzda nasıl bir renk armonisi yaratmak istediğinize karar vermek. Ve sonra yavaş yavaş tohumlarınızın hayat bulduğunu seyretmek. Bazıları neredeyse bir karınca başı büyüklüğündeki tohumlardan ortaya çıkan mucizeler balkonunuzda çok hoş vakit geçirmenizi sağlayacak. Oldukça verimli olan bu tohumlar ile ihtiyacınızdan fazla fide elde edebilirsiniz. İşte o zaman komşularınız ile fide alışverişinin tam zamanı.
Apartmanımızın ikinci katında bu yıl tüm çevremizi kıskandıracak düzenlemeler gerçekleştirdik. Bir komşumuz rengarenk ipeklerimizi, ben petunyalarımızı ve diğer komşumuzda gece sefalarını tohumlarından yetiştirdik. Fide alışverişimiz eskilerin bir bardak şeker, bir limon ve yumurta alışverişinden çok farklı sayılmaz. Şimdi yemyeşil balkonlarımızda zaman zaman gerçekleştirdiğimiz çay ve kahve partilerimiz yazın boğucu sıcaklarına adeta meydan okuyor. Karşı apartmanımızda ise üç komşunun balkonlarını saran asmalar sayesinde hem dostlukları hem de lezzetli üzümleri paylaştıklarına tanık oluyoruz.  
İstanbul’da hayat giderek zorlaşıyor. Hepimizin tekrarlamaktan yorulduğumuz ama değişmeyen gerçekler yoğun trafik ve iş stresi. Bazıları spor yaparak, yüzerek, sinemaya giderek bazılara da çiçek ve bahçe işleri ile uğraşarak rahatlamaya, hayattan zevk almaya çalışıyor. Balkonlarında çiçek ve bitki yetiştirenlerin sayısı da giderek bu sayede artıyor. Çok yakın zamanda İstanbul’un “Babil’in Asma Bahçeleri” gibi olmasa da daha düzenli ve bakımlı görüneceğine inanıyoruz. “Temiz Toplum”, “Temiz Deniz” gibi kampanyalara ek olarak “Temiz Balkon” çalışmaları başlatsak olmaz mı?
Balkonda çiçek yetiştirmenin öyle çok avantajı var ki: Çiçeklerinizin özlerine göz koymaya başlayan arılar ve kelebekler balkonlarınıza misafir olmaya başlayacak ve şehrin tam ortasında doğanın hala yaşadığına şahit olacaksınız. Yaramaz kargaların etraftan çaldığı ceviz, badem gibi yiyecekleri saksılarınıza gizlemeye çalıştığını hayretle izleyeceksiniz. Bir kabın içerisinde sürekli su bulundurarak sabahları kuş sesleri ile uyanabilirsiniz. Eğer tercihinizi güzel kokulu çiçeklerden yana kullandıysanız balkon keyfinize keyif katacaksınız. Birbirine yapışık apartmanlar çağında, çiçekler ve bitkiler sayesinde balkonunuzu kişiselleştirebilirsiniz. Çiçeklerin yaratacağı doğal duvar sizin kendinizi huzurlu hissetmenizi sağlayacaktır.


Yazının kaleme alınma tarihi 2002 yılı.

BURUN FARKIYLA İSTANBUL

BURUN FARKIYLA İSTANBUL

Ümmühan Kazanç

İstanbul’da hala keşfedilmeyi bekleyen o kadar çok güzellik var ki, her geçen gün şaşkınlığımız artıyor. Tarihi, doğası, kültürel yaşamı yüzlerce gizi barındırıyor sınırları içinde. Bir şehir turumuzda fark ettik ki, İstanbul burunlarıyla da apayrı bir dünya. Kimisi kendi sessizliğine gömülmüş uzaklarda, sadece bir deniz fenerine ev sahipliği yapıyor. Kimisi kalabalık, neşeli ve popüler. “Şehrin canlı hayatına bir de burada tanık olun” diyor sanki. Oradan denize daha yakınsınız, esinti daha kuvvetli, akıntı ve çalkantı daha şiddetli. Bir de burun farkıyla İstanbul’u yaşayalım ve sizlere aktaralım istedik. “Burun” kelimesini gönül rahatlığıyla sarf ettik yazımızda. Burnu oldukça büyük olduğu için bu kelimenin kullanılmasını yasaklayan Sultan II. Abdülhamit artık bizi duyamaz.
Turumuza Avrupa yakasından başlıyoruz, ilk durağımız Sarayburnu. Haliç ile Marmara Denizi arasında yer alan burna, M.Ö. 7. yüzyılda ilk olarak Megaralılar yerleşmiş ve kente Byzantion adı verilmiş. Akropolis ve etrafında çeşitli pagan mabetleri inşa edilmiş, Bizans Dönemi’nde ise Mangena sarayı, çeşitli kiliseler ve Ayasofya Sarayburnu’nda yerini almış. Bugün tüm ihtişamı ile İstanbul’a deniz yolundan gelenleri karşılayan Topkapı Sarayı Osmanlı Dönemi’nde yapılmış. Adını buradaki saraylardan alan burun, günümüzde Gülhane Parkı, geniş yürüyüş alanları, restoran ve çay bahçeleri ile büyük ilgi görüyor. Deniz akıntılarının ve çalkantılarının en güçlü olduğu bu noktadan, Marmara Denizi ve Boğazın seyrine doyum olmuyor. Denizden burna bakıldığında ise yeşillikler arasından fırlayan Topkapı Sarayı’nın kuleleri, Ayasofya ve Sultanahmet Camii’nin minareleri benzersiz bir görsel şölen sunuyor. Ayrıca Sarayburnu Cumhuriyet tarihimizde de ilginç olaylara tanıklık etmiş. Samsun’a gitmek üzere Sarayburnu Rıhtımı’ndan hareket eden Atatürk anısına yapılan heykel, yeşillikler arasından boğazı kucaklıyor. 1926 yılında Avusturyalı heykeltıraş Krippel tarafından yapılan bu üç metrelik bronz Atatürk heykeli mutlaka görülmeli. 1924 Ağustos’unda Mustafa Kemal Sarayburnu'nda ilk kez şapka giymiş, 1928
Ağustos’unda ise burada Türk Alfabesi ile ilgili konuşma yapmış. 
Ortaköy’ün Kuzey sınırında yer alan Defterdar Burnu ise burada bulunan Defterdar Paşa Camii’nden almış adını. Şimdi, Ortaköy Camii olarak bilinen ve 1853-1855 yıllarında Sultan Abdülmecit tarafından yaptırılan Büyük Mecidiye Camii, Ortaköy’ün sembollerinden biri. Ortaköy ve Defterdar Burnu’nda bulunan ve 17. ve 18. yüzyıllarda inşa edilmiş onlarca yalı, 1871 yılında Sultan Abdülaziz tarafından Dolmabahçe Sarayı’nın yapımı için ortadan kaldırılmış. Esma Sultan ve Naile Sultan yalıları günümüze ulaşmayı başarmış ender yapılar. Boğaziçi Köprüsü’nün en güzel seyredildiği bu burunda yer alan kahveler, restoranlar, barlar ve sokak aralarına kurulan hediyelik eşya standları özellikle hafta sonları gençlerin uğrak yeri. Ayrıca iskeleden hareket eden küçük tekneler, keyifli boğaz turları için ideal. Gecesi ve gündüzü ile bambaşka bir eğlence kaynağı olan Ortaköy, İstanbulluların vazgeçemediği bir adres olma özelliğini koruyor.
16. yüzyılda muhteşem bağları, 19. yüzyılda ise çilek bahçeleri ile ün salan Arnavutköy’de bulunan Akıntı Burnu, İstanbul’un renkli köşelerinden biri. 18. ve 19. yüzyılda yalı ve köşkler ile kaplı olan semt, çeşitli büyük yangınlar sonucu, bu muhteşem yapılarını kaybetmeye başlamış. Akıntı Burnu’nda yer alan Hasan Halife Bahçesi, Sadrazam İzzet Paşa yalısı, Mektupçu İbrahim Efendi yalısı 1797 yılında çıkan bir yangında yok olmuş. Yine de Akıntı Burnu mevkiinde bugün yaşamlarını sürdürmeye çalışan yalılar, geçmişin haşmetini günümüze taşımayı başarıyor. Akıntı Burnu çevresinde yer alan geniş yürüme yolu, uzun sahil gezintisini sevenler için bulunmaz bir fırsat. Olta balıkçılığının en yaygın olduğu noktalardan biri yine Akıntı Burnu. Günün her saati, her yaştan kadın ve erkeğin buluşma noktası olan burun, tarihi iskelesi ve feneriyle şirin bir boğaz noktası. Lüks balık restoranları, barları ve modern kahveleri ile Arnavutköy ve Akıntı Burnu oldukça canlı ve renkli bir yaşam sunuyor.
Boğaziçi’nin bir başka keyifli semti Kireçburnu’nun adını Osmanlı Dönemi’nde burnun tam karşı yakasında bulunan kireç ocaklarından ya da buradaki kireç iskelesinden aldığı düşünülüyor. Yemyeşil doğası, temiz havası ile Osmanlı Dönemi’nin en önemli sayfiye yerlerinden olan bölge, bugün de bu özelliklerini korumayı başarmış. Ağaçlarla kaplı yamacı, sahildeki geniş ve uzun yürüyüş yolu, sahil lokantaları, boğaza açılmayı bekleyen gezinti tekneleri ile Kireçburnu, özellikle hafta sonu gezintilerini sevenlerin uğrak yeri. Üstelik boğazın Karadeniz’e açıldığı noktanın engelsiz seyredilebilmesi burayı diğer burunlardan farklı kılıyor.
Bir de İstanbul boğazında el değmemiş, sadece deniz fenerlerine ev sahipliği yapan burunlar da var. Bunlardan biri Çalı Burnu. Rumeli Kavağı’nı geçtikten sonra, yaklaşık yirmi kilometre ileride Garipçe Köyü’ne ulaşmanız gerekiyor. Özellikle doğa sporlarını sevenlerin ilgisini çekecek keyifli bir tırmanıştan sonra ulaşılan Çalı Burnu’nun tepesinde yer alan küçük bir deniz feneri boğaza Karadeniz’den giriş yapan gemilere yol gösteriyor. Tepelerden nefes kesen Karadeniz ve Anadolu Feneri manzarasını seyretmek ise tarifsiz.
Çalı Burnu’nun hemen karşı yakasında Fil Burnu ve daha sonra Kavak Burnu yer alıyor. Anadolu Kavağı’nı geçtikten sonra ulaşılan bu burunlarda da yerleşim yok ama İstanbul’un bozulmamış doğasının peşindeyseniz rotanız bu burunlar olmalı. Anadolu Kavağı’ndan Beykoz’a doğru ilerlerken karşımıza çıkan Selvi Burnu da sessiz sedasız yaşamına devam ediyor. Burası Beykoz balıkçılarının, balık avına çıktıkları bir iskeleyi barındırıyor.
İstanbul’un en eski yerleşimlerinden biri olan Kanlıca’nın da aynı adı taşıyan bir burnu var. Kanlıca Körfezi’nin güneyindeki bu çıkıntıya Lembos Burnu, Kıbrıs Muhassılı Burnu, Küçük Akıntı Burnu da deniliyor. Geçmişte yalıları, musiki alemleri ve tabii ki hala ününü koruyan yoğurdu ile tanınan semt, bugün sahildeki restoran ve kahveleri ile canlılığını koruyor. Burunda yer alan tarihi yalılar geçmişe tanıklık etmeye devam ediyor.
Kandilli Akıntı Burnu olarak da bilinen Kandilli Burnu, etrafını çevreleyen yemyeşil koruları ve ağaçlıkları ile görülmeye değer. İskelesinde yer alan balık lokantaları ve kahveleri keyifli bir gün geçirmek için mükemmel. Osmanlı Dönemi’nde bağları, bahçeleri, kasırları ve yalıları meşhur olan Kandilli, seçkin bir muhit olma özelliğini koruyor.
Boğaz’dan ayrılıp Marmara Denizi’ne doğru ilerlediğimizde Moda Burnu karşılıyor bizleri. 19. ve 20. yüzyılda İngiliz, Fransız, İtalyan aileleri ve onların yaptırdıkları muhteşem villaları ile tanınan Moda, plajı, iskelesi ve Deniz Kulübü ile dillere destan bir yaşamın sürdürüldüğü semtlerden biriydi. Şimdi çay bahçeleri, iskelesi etrafındaki şık restoranları ile özellikle hafta sonları oldukça ilgi gören burun, gün batımını seyretmek için ideal.
Adını 1562 yılında inşa edilen fenerden alan Fenerbahçe, hala burun kısmında bu tarihi fenere ev sahipliği yapıyor. Bizans Dönemi’nde yazlık sarayların, Osmanlı Dönemi’nde padişah bahçelerinin bulunduğu Fenerbahçe Burnu, bugün yine o günleri aratmayacak güzellikte bir parkı barındırıyor. Rengarenk çiçekleri, kahvaltı ve çay servisleri ile ünlü minik kahveleri ile hayatınızı renklendirecek bu park, her mevsim ayrı bir keyif sunuyor. 20. yüzyılın başında plajıyla da ünlü olan Fenerbahçe Burnu’nda bugün İstanbul Yelken Kulübü, Fenerbahçe Spor Kulübü ve Galatasaray Spor Kulübü'nün deniz sporları tesisleri sıralanıyor.
Çevrelerindeki yaşamları ile hafta sonu turları, akşam yemekleri, doğa gezintilerine olanak tanıyan burunlar, bizlere İstanbul’un burunlarıyla da bambaşka bir dünya olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.


Yazı: Ümmühan Kazanç, “Burun Farkıyla İstanbul”, Skylife, Ekim 2002, s.52-62.