Pera Müzesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Pera Müzesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ekim 2023 Pazartesi

“Gelecek Hatıraları” ve “Tam Yerinden: İstanbul’a Panoramik Bakışın Tarihi” Sergileri Pera Müzesi’nde

        "Gelecek Hatıraları" sergisi / Metehan Törer Yeryüzüne Doğanlar, 2023. Seramik yerleştirme. Değişken boyutlarda.             Sanatçının izniyle (Fotoğraf: İbrahim Karakütük).


Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, 2023 sonbaharını iki yeni sergiyle karşılıyor. Müzenin Kütahya Çini ve Seramikleri Koleksiyonu’nu oluşturan Suna Kıraç’ın anısına düzenlenen Gelecek Hatıraları sergisi hafıza ile gelecek tahayyülleri arasındaki bağları araştırırken; İstanbul’un temsil tarihini yeni perspektiflerle değerlendirmeyi amaçlayan Tam Yerinden başlıklı sergi ise Barker, Gudenus, Schranz, Melling, Dunn, Robertson gibi İstanbul’a panoramik bakan sanatçıların eserleriyle gündelik nesnelerin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş bir seçkiyi sanatseverlerin ilgisine sunuyor. Pera Müzesi’nin yeni sergileri Gelecek Hatıraları ve Tam Yerinden: İstanbul’a Panoramik Bakışın Tarihi, 26 Ekim 2023 25 Şubat 2024 tarihleri arasında ziyaret edilebilir.


"Gelecek Hatıraları" sergisi / Adriana Varejão, Tuvaller Üzerine Karo Seramik Döşeme, 1999. 45 tuvalden oluşan tuval üzerine yağlı boya yerleştirme. Değişken boyutlarda. Sanatçı ve Monica ve Oded Goldberg Koleksiyonu izniyle.


Geçmişi gelecekle birlikte düşünmenin yolları

Pera Müzesi’nin sonbaharda izleyici karşısına çıkacak yeni sergilerinden Gelecek Hatıraları, nesnelerin yardımıyla hatırlananlara odaklanırken güncel yapıtlar aracılığıyla hafıza ile gelecek tahayyülleri arasında kurulan bağları araştırıyor. Dört bölümden oluşan serginin “Motiflerin Hatırlattıkları” başlıklı bölümünde seramik bezemelerinde kullanılan motiflerden yola çıkan yapıtlar bir araya getirilirken; “Nesnelerin Hafızası” bölümünde hikâyeler seramik nesneler aracılığıyla anlatılıyor. Serginin “Bölgenin Hafızası” başlıklı bölümünde mekânsal müdahaleler ve mekâna özgü yerleştirmeler sunulurken; “Geleceği Hatırlamak”ta spekülatif nesneler, video ve fotoğraflar aracılığıyla geleceğin hafıza nesneleri bir araya getiriliyor.

Pera Müzesi’nde sergilenen Kütahya Çini ve Seramikleri Koleksiyonu’nu oluşturan Suna Kıraç’ın anısına düzenlenen ve küratörlüğünü Ulya Soley’in yaptığı Gelecek Hatıraları sergisinde, belli bir yer ve zamanı hatırlatan veya koleksiyonu yapılan nesnelerin kültürel ve sembolik değeri ve anlamı, kişisel yolculuklarla bölgenin hafızasını birbirine örüyor. Geçmişe nostaljik bir bağlılık yerine geleceği nasıl hatırlayacağımız hakkında düşünmeyi öneren sergi, hafızanın gelecek odaklı işlevlerini düşünmemizi sağlıyor.


        "Gelecek Hatıraları" sergisi / Oddviz, Voronoi, 2020. Tek kanallı 4K video, 3’30’’ Sanatçının izniyle.


Gelecek Hatıraları’nda eserleri sergilenen sanatçılar arasında Adriana Varejão, Aslı Çavuşoğlu, Bilal Yılmaz, Burçak Bingöl, Candice Lin, Deniz Eroglu, Elif Uras, Francesco Simeti, Jorge Otero-Pailos, Livia Marin, Metehan Törer, Neven Allgeier, Oddviz, Skuja Braden, Taner Ceylan, Volkan Aslan, Yasemin Özcan ve Zsófia Keresztes yer alıyor.


    "Tam Yerinden" sergisi / Joseph Warnia-Zarzecki, Dolmabahçe Sırtlarında Kahve, 19. yüzyıl sonu, 68 x 98 cm, Suna ve         İnan Kıraç Vakfı Oryantalist Resim Koleksiyonu.


İstanbul panorama tarihinin neresinde duruyor?

İstanbul’un temsil tarihini panoramik resim ve fotoğraflar üzerinden yeni perspektiflerle değerlendirmeyi amaçlayan Tam Yerinden: İstanbul'a Panoramik Bakışın Tarihi sergisi, “panorama” formunun geçmişini eleştirel bir çerçevede, farklı boyut ve bağlamlarıyla ele alıyor. Küratörlüğünü Çiğdem Kafescioğlu, K. Mehmet Kentel ve M. Baha Tanman’ın yaptığı sergi, merkezine 19. yüzyıl panoramalarını ve panoramik imgelerini almakla birlikte, izleyiciyi panoramik bakışın erken modern döneme uzanan tarihini ve İstanbul’un bu tarih içerisindeki konumunu yeniden düşünmeye davet ediyor.

Panoramik görüntülerin üretim ve tüketimindeki katmanlı ilişkileri irdelerken görüntülerin farklı izleyici kitleleri arasında dolaşımını, algılanma şekillerini, yüzyıllar içinde yaygınlık kazanmış farklı medyalar arasındaki bağlantılarını da sorgulayan sergide, daha önce hiç teşhir edilmemiş ve yayımlanmamış erken 19. yüzyıl panoramalarından bir eser de ilk kez gün yüzüne çıkıyor. İstanbul’a panoramik bakan Barker, Gudenus, Schranz, Melling, Dunn, Robertson gibi sanatçıların eserlerinden bir seçkinin bir araya geldiği sergi, panoramaların yangın felaketlerinden sanayileşmeye, İstanbul tarihinin farklı unsurlarını belgelemekte nasıl kullanıldığını da ortaya koyuyor.

 

Bu temsil biçiminin Osmanlı dünyasında ve Avrupa’daki dolaşımını, resim, baskı ve fotoğraf dışında, efemera ve arşiv belgelerinin de dahil olduğu bir malzeme seçkisi üzerinden okuyan sergiye; kent, mimarlık, sanat, fotoğraf ve modern tüketim tarihlerini panoramik imgeler çerçevesinden yeniden okumayı amaçlayan makalelerin yer aldığı kapsamlı bir katalog eşlik ediyor. Kataloğun yazarları arasında Ahmet A. Ersoy, Namık Günay Erkal, Erkki Huhtamo, Tarkan Okçuoğlu ve A. Hilal Uğurlu bulunuyor.


Pera Müzesi Salı’dan Cumartesi’ye 10.00-19.00, Pazar günleri 12.00-18.00 saatleri arasında gezilebilir. Cuma günleri “Uzun Cuma” kapsamında 18.00-22.00 arası tüm ziyaretçiler, Çarşamba günleri ise “Genç Çarşamba” kapsamında tüm öğrenciler müzeyi ücretsiz ziyaret edebilir.

18 Eylül 2023 Pazartesi

Fernando Botero: “Kolombiyalı sanatçıların en Kolombiyalısı”

21. yüzyılın en çok merak uyandıran sanatçılarından Fernando Botero’nun, 64 yapıttan oluşan kapsamlı sergisi, 4 Mayıs - 18 Temmuz 2010 tarihleri arasında Pera Müzesi’nde yer aldı. Başarılı resim ve heykel kariyerinin yanı sıra sıcak ve samimi kişiliğiyle de izleyicileri büyüleyen Botero ile sanatının detaylarını konuşmuştuk. Artam Dergisi’nin 6. Sayısında yayınlanan röportajımızı sanatçının anısına tekrar yayınlıyorum. 15 Eylül 2023 tarihinde hayata veda eden Botero ışıklar içinde uyusun.

Röportaj: Ümmühan Kazanç - Olgaç Artam

                                                Fernando Botero, “Rafael’in Ardından” tablosunun önünde.

Pera Müzesi’ndeki serginizle Türk sanatseverlerle ilk kez buluşuyorsunuz. Resimlerinizi İstanbul’da sergilemeye nasıl karar verdiniz?

Türkiye’de Pera Müzesi gibi kurumlar Avrupa ve Amerikan sanatını Türk halkına tanıtıyor. Bu nedenle, Latin Amerikan dünyasında tamamen bilinmeyen, böyle derin bir kültürü olan bir ülkede işlerimi sergilemek benim için çok ilginç. Buna ek olarak, bir sanatçının evrenselliğine, farklı yerler ve kültürler tarafından beğenildiğinde ve anlaşıldığında inanırım.

Beş yıl önce Pera Müzesi benimle iletişim kurduğunda, ben müzenin varlığından bile haberdar değildim. Ancak çok kısa bir süre içinde kendi daimi koleksiyonları, müze programları, Rembrandt, Joan Miró ve Marc Chagall gibi geçici sergileri ile profesyonelliklerinin ve sorumluluklarının derecesini anladım. 2008’in son dönemlerinde, aslen Kolombiyalı, 2007 yılından bu yana Kolombiya Fahri Başkonsolosu olan ve benim kızımın arkadaşı Olga Valencia Apa benimle temasa geçti ve tekrar müzeyi tanıttı. Sonuç olarak, Türk sanatseverlere işlerimi tanıtmak için bu iddialı proje üzerinde yaklaşık bir buçuk yıldır çalışıyoruz. Ayrıca Müze Vakfının kurucusu Suna Kıraç’ın benim bir hayranım olduğunu öğrenmek beni çok mutlu etti. Ne yazık ki, İstanbul’u daha önce ziyaret etme fırsatım olmadı. Bu benim ilk ve çok heyecan verici gezilerimden biri. Orhan Pamuk’un İstanbul adlı romanını okuyarak bu olağanüstü keşif için kendimi hazırladım.


                    Fernando Botero, “Velazquez’in Ardından”, 2006, tuval üzerine yağlıboya, 205x176 cm.


Resimlerinizde ve heykellerinizde Latin Amerikan hayatını anlatıyorsunuz. Pera Müzesi’ndeki serginiz altı bölümden oluşuyor. Bu serginin konseptini nasıl açıklıyorsunuz?

Sergide, son 20 yıldaki işlerimden 64 adet yağlıboya tablo yer alıyor. Boğa güreşleri, sirk, eski ustaların tablolarının yeni yorumları, natürmort ve Latin Amerikan hayatından sahneler gibi farklı konular yer alıyor. Eserlerimde folklorik elementlerle Latin ve Kolombiyalı kimliğim ve aynı zamanda büyük ustaların eserlerinden etkiler benim ilham kaynağımdır. Sirk, boğa güreşi, Latin Amerikan insanları, Latin Amerikan hayatı, natürmortlar ve sanat tarihinin eski başyapıtlarının versiyonları benim kültürümden ve hayatımdan pek çok örnekler içerir. Akrobatlardan matadorlara, dans eden insanlardan çıplak âşıklara, kardinallere, üzgün palyaçolara ve müzisyenlere uzanan farklı bir yolculuktur.


Fernando Botero, “Velazquez’in Ardından”, 2006, tuval üzerine yağlıboya, 205x176 cm.


Kendinizi “Kolombiyalı sanatçıların en Kolombiyalısı” olarak nitelendiriyorsunuz. Neden bu unvanı kullanmaya karar verdiniz?

Bir sanatçı şüphesiz çeşitli formlardan nedenini bilmeden etkilenir. İçgüdüsel olarak bir pozisyon alırsınız ve daha sonra bunu rasyonelleştirirsiniz ya da düzeltmeye çalışırsınız. Ben esasen soyut çalışan bir sanatçıyım; renk, şekil ve oranları içgüdüsel bir estetik düşünce ile seçiyorum. Şu anda yılın sadece bir ayını Kolombiya’da geçirmeme rağmen, kendimi sanat dünyasının uluslararası eğilimlerinden yalıtılmış en Kolombiyalı sanatçı olarak düşünüyorum.


Fernando Botero, “Baş”, 2006, tuval üzerine yağlıboya, 203x170 cm.


Tuvallerinize yansıttığınız “geniş ve şişman insanları” seviyor musunuz ve onlar sanatsal hayatınızın nasıl bir parçası haline geldiler?

Her zaman beni resimlerimdeki hacim ilgilendiriyordu. Genç ve öğrenciyken Floransa’da yaşadım. Floransalı sanatçıların düz bir yüzeyde hacim ve mekân yanılsaması yaptıkları bilinir. Sonuç olarak, başından beri ben hacimsel sanat eserleri yapmaya ilgi duydum. Benim stilistik amacım, ölçüleri genişletmeye uzanır. Bunu yaparak, daha fazla renk kullanmak için daha fazla alan yaratabilirim ve ifade etmek istediğim duygusallığı, zenginliği ve formun şehvet düşkünlüğünü daha iyi iletebilirim.


Fernando Botero, “Otoportre”, 1992, tuval üzerine yağlıboya, 193x130 cm.


Siz ayrıca natürmort ve peyzaj da çalışıyorsunuz. Sirk Koleksiyonunuz ile ilgili bir röportajınızda “Hepsinin ardından basit şeylere dönerim: natürmortlar” demişsiniz. Sade bir hayatı mı tercih ediyorsunuz? Resimlerinizi belirli bir sanat akımına ya da hareketine yerleştirmek kolay değil. Sanatsal pozisyonunuzu nasıl açıklıyorsunuz?

Bir sanatçı asla tam değildir. Sanatları sürekli değişim içinde olmasına rağmen insan olarak onlar asla değişmezler. Sanatta eserlerin “ilkbahar ya da kış koleksiyonu” olamaz. Kişisel tarzını geliştirmek için önemli olan güçlü bir maneviyat ve kararlılık duygusuna sahip olmak gerekir. Sanatta mükemmelliğin ne olduğuna güçlü bir şekilde sizin inanmanız gerekir.

Sizin ne yaptığınızı ortaya koyan ve onu eşsiz ve hatasız olarak damgalayan bir başlangıç vardır. Eğer büyük sanat konusundaki görüşümü değiştirseydim, muhtemelen tarzımı da değiştirirdim. 15. yüzyıl tablolarını yeteri kadar anladığım ve sevdiğim için şanslıyım. Bu işlerime derinlik ve yoğunluk verdi. Bu önemli geçmiş beni besledi ve tez canlılık, araştırma ve kişisel stilimi yaratan sanatta bir güzergâh çizmeme yardımcı oldu.


                                Fernando Botero, “Parkta”, 2004, tuval üzerine yağlıboya, 163x206 cm.

Katolik Kilisesinin Barok tarzı benimsediği Medellín, Antioquia, Kolombiya’da doğdunuz. Çocukluğunuz boyunca geleneksel sanat formlarından izole yaşadınız. Daha sonra matador okulunda okudunuz. Bu tecrübeler sanatsal hayatınızı nasıl etkiledi?

Benim gençliğimin Medellín’i, bugünün genişleyen metropolünden tamamen farklı bir şehirdi. 1930’larda ben hala bir boğa güreşçisi olmanın eğlenceli hayallerini kurarken bile Medellín, pratikte Kolombiya’nın geri kalanından kopuktu. Şehri çevreleyen dağları aşacak yollar yoktu, Medellín’i komşu kasabalara ulaştıracak ekspres yollar yapılmamıştı.

Medellín, yaratıcılığımı körükleyecek, hayal gücümü genişletecek müzelerden yoksundu. Ancak, on beş yaşıma geldiğimde modern sanat ile ilgili bir kitap görebildim, Picasso’yu, izlenimcileri ve diğer sanatçıları keşfettim. Hatta bu şeyin sanat olduğunu bile bilmiyordum. Bu kitabın sayfaları arasında dolaşmak kendimi keşfetmemi, 27 yaşında Avrupa’ya sanat okumaya gitmemi ve sanatın hayatımın amacı olduğunu öğrenmemi sağladı. 

1948’de Medellín’de halka açık bir sergide ilk kez çalışmalarımı sergiledim. 18 yaşında hala öğrenciyken, Medellin’in başlıca gazetesi el Colombiano’nun Pazar eki için resimler çizmeye başladım. Diego Rivera ve José Clemente Orozco gibi başlıca sanatçıların başını çektiği Meksika duvar resimleri, o dönemde benim sanatımın şekillenmesinde önemli rol oynadı.

1952 yılında Madrid’e taşındım ve Academia San Fernando’ya kayıt olduğum. Prado Müzesinde, İspanyol ustalar Velasquez ve Goya’nın eserleriyle karşılaştım. Turistler için büyük ustaların kopyalarını yaparak bütçeme katkıda bulundum. Akademi’de herkes kendi stilini geliştirmeye çalışıyordu ama benim öğrenmek istediğim tek şey teknikti. Madrid’deki ikinci dönemimin sonunda Paris’e gittim, neredeyse tüm zamanımı Louvre’da usta ressamları çalışarak geçirdim.

Sonra 1953’te Floransa’ya gittim ve 18 ay boyunca fresk tekniği tekniğini çalışmak için San Marco Akademisi’nde kayıt yaptırdım.

1955’te Bogota’ya geri döndüm ve 20 resmim Ulusal Kütüphane’de sergilendi. Sergi bir fiyaskoydu. Sonra Mexico City’e taşındım. “Mandolin ile natürmortlar (1957)” üzerine çalışırken aklıma hacimleri abartarak formları değiştirme fikri geldi. Meksika’da resimlerimi satarak geçinebiliyordum.

1958 yılında, 26 yaşındayken, 2 yıl için Bogota Sanat Akademisine resim profesörü olarak atandım. Daha sonra üçüncü kez Kolombiya’dan ayrılarak sınırlı bir bütçe ve zayıf İngilizcem ile New York’a taşındım. Greenwich Kasabası’nda bir tavan arası kiraladım. Birkaç portre yapmış olmama rağmen, direkt model üzerinden çalışmayı sevmiyorum. Onlar benim tarzımı kısıtlıyor ve özgürlüğümü alıp götürüyor. Kendi hayal gücümü izlemek için tamamen özgür olmayı tercih ediyorum.


                        Fernando Botero, “Kız Kardeşler”, 1969-2005, tuval üzerine yağlıboya, 173x204 cm.

Benim ilk büyük Avrupa sergim Ocak 1966’da, Almanya Baden-Baden’deki Staatiche Kunsthalle’de yapıldı. Önümüzdeki birkaç yıl içinde sürekli Kolombiya, New York ve Avrupa arasında dolaştım. Paris’teki ilk sergim Eylül 1969’da Claude Bernard Galeri’de yapıldı.

1984’te, Medellín Antika Müzesi’nde özel olarak inşa edilen salonda heykellerim sergilendi. Sonraki iki yıl neredeyse sadece boğa güreşi resimleri yaptım. En büyük boğa güreşçisi ressamı olmak için çalıştım ve böylece insanlar boğaları düşündükleri zaman otomatik olarak benim resimlerimi düşüneceklerdi.

2000 yılında, Kolombiya’da biri Bogota’da diğeri Medellín’de olan iki müzeye büyük bir sanat koleksiyonu bağışladım. Koleksiyonda 200’den fazla benim tablo, çizim ve heykellerimin yanı sıra Picasso, Monet, Renoir, Pissarro, Degas, Toulouse-Lautrec, Matisse, Chagall, Miró, Klimt, Dalí, Henry Moore, Matta, Rauschenberg, Schnabel, Stella ve diğer sanatçılara ait eserler bulunuyor.


Fernando Botero, “Kâğıt Oynayanlar”, 1999, tuval üzerine yağlıboya, 107x136 cm.


Hiç Türk ressam ve heykeltıraş tanıyor musunuz?

Bu İstanbul’u ilk ziyaretim ve maalesef sadece kısa bir zaman için. Bu kısa süre içerisinde zamanınım çoğunu İstanbul’a ve onun tarihsel anıtlarına hayranlık duyarak geçirdim. Bir sonraki ziyaretimde Türk Çağdaş sanatını yakından keşfetmeye niyetliyim. Şu anda şehir karşı konulmaz!


Fernando Botero, “Duşta Kadın”, 2005, tuval üzerine yağlıboya, 200x122 cm.


26 Aralık 2022 Pazartesi

“Zamane İstanbulları” Sergisi Pera Müzesi'nde: Megakent İstanbul’un Bin Bir Yüzü

Ahmet Sel.


Pera Müzesi, yeni sergisi Zamane İstanbulları ile bu kez megakent İstanbul’un güncel görsel anlatılarını bir araya getiriyor, günümüz İstanbul’una dair yaratıcı bir okuma denemesi sunuyor. 23 Aralık’ta açılan sergide, İstanbul’da yaşayan ve birbirinden farklı tarzlarda üreten 11 fotoğraf sanatçısı izleyiciye İstanbul’dan çarpıcı kesitler sunuyor. Sergi kataloğu ise, sergiyi oluşturan işlerden ilhamla, aynı konular hakkında çalışan, araştıran, düşünen veya kurmacalar yaratan yazarların kaleme aldığı metinlerle zenginleşiyor. Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler’in küratörlüğünde gerçekleşen Zamane İstanbulları, 30 Nisan 2023 tarihine dek açık kalacak.

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nin yeni sergisi Zamane İstanbulları 11 fotoğraf sanatçısının yakın tarihli çalışmalarını farklı temalar altında buluşturuyor. Silva Bingaz, Osman Bozkurt, Ci Demi, Kıvılcım Güngörün, Ekin Özbiçer, Emin Özmen, Ahmet Sel, Ali Taptık, Kerem Uzel, Erdem Varol ve Cansu Yıldıran’ın  işlerinden oluşan fotoğraf sergisi, sanatçıların kenti kişisel bir etkileşim alanı olarak yorumlama pratiklerini ve İstanbul sokaklarında karşımıza çıkan olağanüstü, bir o kadar da olağan tuhaflıkları gündeme getiriyor. Bu temalar arasında kentin boşluk, yalnızlık, tekinsizlik ve eğretiliklerle bezeli topoğrafyası, sosyal ve politik hareketlilikleri, son yıllarda iyice belirginleşen göç meselesi, toplumsal hiyerarşi skalasında ‘öteki’ olarak etiketlenmeden yaşayabilmek için İstanbul’a sığınan genç bireyler, yüzyılın son çeyreğinde sayıları katlanarak artan mega projelerden biri olan Kanal İstanbul da var.


Ci Demi.


Serginin küratörleri Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler, Zamane İstanbulları’nın kentin değişim ve dönüşüm haline dair bir anlatı olduğunu ifade ediyorlar: “Yaşadığımız son çeyrek yüzyıl, İstanbul’un fiziki anlamda katlanarak büyüdüğü, buna bağlı olarak ve bu sergideki işlerin de konu edindiği iç ve dış kaynaklı göç, mutenalaştırma, kentsel dönüşüm, politik ortam gibi başka nedenlerle de kültürel değişime uğradığı, giderek geçmişiyle bağını kaybettiği veya kaybettirildiği ilginç bir dönem. İşte Zamane İstanbulları, İstanbul’un içinde bulunduğu bu değişim ve dönüşüm haline dair güncel anlatıları bir araya getirip kentin bugününe dair katmanlı bir bakış oluşturma ve gelecekte bugünü inceleyecekler için hatırı sayılır bir kaynak yaratma umuduyla şekillenen bir fotoğraf sergisi.”

Serginin kentten belli kesitler almaya ve bugün deneyimlenen farklı İstanbullardan örnekleri ortaya koymaya çalıştığını belirten Akyüz ve Darendeliler, sanatçıların bunu yaparken sadece İstanbul’daki yaşama odaklanarak burada yaşayanların hayatlarını göstermeye değil, bilakis kentin topoğrafyasına ve yapılı çevresine, güncel sosyal/politik hareketliliklerine, ekolojik meselelerine, sokaklarındaki olağanüstü ama aslında olağan tuhaflıklarına, alternatif kültürlerine, tarihi boyunca var olan ama son on yılda iyice belirginleşen göç meselesine de değindiklerini belirtiyorlar.

Küratörler, İstanbul hakkında araştıran, düşünen, kurmacalar üreten bir grup yazarın, Yaşar Adnan Adanalı, Fırat Genç, Şebnem İşigüzel, Melisa Kesmez, Biray Kolluoğlu, Gamze Toksoy ve Sibel Yardımcı’nın sergideki fotoğraflardan yola çıkarak kaleme aldıkları metinlerin ise hem sergiye hem sergi kataloğuna önemli bir katman daha eklediğine ve zenginleştirdiğine dikkat çekiyorlar.


Erdem Varol.


Hafıza ve değişim

Zamane İstanbulları sergisinin katılımcılarından Emin Özmen’in çalışması, hem İstanbul’un kent hafızasında hem de yakın dönem Türkiye tarihinde önemli bir mihenk taşı olan Gezi Direnişi’nden bugüne kentteki toplumsal hareketliliğin peşine düşen fotoğraflardan oluşuyor.

Yirmi yılı aşkın süredir Türkiye’deki toplumsal değişimi belgeleyen Kerem Uzel, kentteki en sıcak gündemlerden biri olan, siyasi ve ekolojik açıdan büyük tartışma yaratan, Karadeniz ve Marmara Denizi’ni birbirine bağlayacak Kanal İstanbul projesi güzergâhında çektiği fotoğraflardan oluşan işleri ile Zamane İstanbulları’nda yerini alıyor.

Osman Bozkurt İstanbul’un nispeten yeni rekreasyon alanlarına, kente hakim kılınan taşra estetiğine, sürdürülebilirlikten uzak kent peyzajlarına ve bu alanlarla insanların kurdukları ilişkilere bakıyor.

Ali Taptık bir dönem Osmanlı’da modernitenin merkez üssü olmuş, İstanbul’un yakın zamana kadar nispeten ‘doğal’ kalmış ama son yıllarda hızla gelişen Kağıthane ve Şişli sınır bölgesindeki Galata, Keçi ve Cendere derelerinin etrafında orta-alt sınıfın yerleştiği mahallelerdeki yapısal dönüşümü güncel fotoğraflar, eski serilerinden bazı fotoğraflar, çeşitli kurumların arşivlerinden edindiği ve üzerinde ufak değişiklikler yaptığı haritalar üzerinden anlatıyor.

Ahmet Sel son yıllarda hem Türkiye hem de İstanbul özelinde çokça tartışılan bir gündem maddesi olan ‘göç’ meselesini ele alan ve sergi için özel ürettiği çalışmalarıyla Zamane İstanbulları’nda yer alıyor.


Cansu Yıldıran.


İstanbul’a sığınmak

Cansu Yıldıran uzun yıllara dayanan ve şimdiden binlerce fotoğraftan oluşan bir külliyata dönüşen fotoğraf serisinde, ailelerinden veya genel anlamda toplumdan baskı görmeden, toplumsal hiyerarşi skalasında öteki olarak etiketlenmeden, istedikleri gibi yaşayabilmek, kendileri olabilmek için İstanbul’a sığınan ama bu sığınmanın zamanla kentin belirli noktalarına sıkışma haline dönüşmesi ihtimaliyle de karşı karşıya kalan bireylerin, bir anlamda da kendi sonradan edinilmiş ailesinin yaşamına odaklanıyor.

Silva Bingaz İstanbul’u bir kişisel deneyim alanı olarak ele alıp yorumlayan bir isim. Gündelik hayatın yakıcı gerçeklerine zemin olduğu için İstanbul’u kendisi için en tehlikeli yer olarak gördüğünü söyleyen Bingaz, belgecilikten, tanımlamaktan, olanı olduğu gibi çekmekten ve formlar içine sıkışmış güzel fotoğraflar oluşturmaktan hoşlanmayan, sezgileriyle hareket eden ve hissettiklerini izleyicilere aksettirmeye çalışan bir fotoğrafçı.

Kıvılcım S. Güngörün sokak sokak dolaşarak kimi kısa bir zaman sonra yitip gidecek uçucu İstanbul parçaları toplayıp biriktiren ve bunları bir araya getirip kentle kurduğu epey karmaşık, biraz kasvetli, biraz oyunbaz ama her daim merakla şekillenen ilişkiyi anlatma yolunu seçen takıntılı bir koleksiyoncu/fotoğrafçı.

Ci Demi, tam anlamıyla bir İstanbul fotoğrafçısı. Tüm işleri İstanbul’a, İstanbul’la ilgili aşina tuhaflıklara odaklanıyor ve uğursuz olarak tanımladığı enerjinin peşinden koşuyor.

En büyük ilham kaynağı İstanbul olan, kentin sokaklarında rastladığı canlı/cansız süjelerine olabildiğince yakınlaşıp onları flaşının ışığıyla ‘parlatmaktan’ çekinmeyen tarzıyla dikkat çeken Erdem Varol İstanbul’un Doğu ile Batı, gelenek ile modernite, kalabalıklar ile tek başınalık arasında kalmışlığını çoğu zaman nüktedan bir dille görselleştiren bir seçkiyle sergide yer alıyor.

Ekin Özbiçer ise özelleştirme, metalaştırma ve muhafazakâr değerlerin daha da yükselişe geçtiği son 10-15 yılda Türkiye’nin geçirdiği sosyal ve politik değişimleri İstanbul ölçeğinde, görece daha batılılaşmış bir orta sınıf mensubu olarak, hem kendine hem de kentine oryantalist bir bakışla, kentin sokaklarında karşılaştığı kendiliğinden oluşmuş mizansenlerle görselleştiriyor. 

9 Kasım 2016 Çarşamba

FELIX ZIEM: WANDERER ON THE SEA OF LIGHT

Félix Ziem, Caiques and Sailboats at the Bosphorus, Second half of the 19th century, Oil on Canvas, 55 x 81 cm, 
Suna and İnan Kıraç Foundation Orientalist Paintings Collection.

The exhibition Félix Ziem: Wanderer on the Sea of Light is on view at the Pera Museum, Istanbul, Turkey between 10 November 2016 - 29 January 2017. Pera Museum’s Félix Ziem: Wanderer on the Sea of Light exhibition presents the works of one most original landscape painters of the 19th century: Félix Ziem. The exhibition focuses on Ziem as an artist who left his mark on 19th century painting and who is mostly known for his paintings of Istanbul and Venice, where the city and the sea are intertwined. The exhibition organized in collaboration with Musée Ziem in Martigues, is curated by Lucienne Del’Furia and Frédéric Hitzel.

Félix Ziem’s oil paintings stand out with their lively colors and the artist’s effort to capture the flickering effects of the continuously changing light by using a rapid and dynamic brush style. The exhibition illustrates the reasons why the artist was hailed as a forerunner of impressionism and as a pre-impressionist; his stylistic relationship with artists like Monet is quite visible. His drawings exemplify his creative process and present new angles into his work. They also encourage us to rediscover the city of Istanbul through his perspective. Ziem is accepted as one of the well-known artists of the romantic landscape painting, and has been followed closely by art lovers and collectors of all periods since. He had a profound influence on generations of artists after him, and was the first artist whose works were acquired by the Louvre while he was still alive.


Félix Ziem, Villefranche, Riviera, 1890 – 1900, Oil on wood,
81 x 55 cm, Musée Ziem Collection.
Ziem stayed in Istanbul until September 18th, whereupon he left for Egypt via Izmir, Rhodes, and Beirut. He was in Alexandria on October 8, 1856. He went down the Nile until Thebes, visited Aswan and Philae before returning to France after stops in Greece and Sicily.
Directly inspired by this journey to the East, the first paintings Ziem made upon his return to Paris were displayed at the Salons of 1857 and 1859. He tirelessly added the silhouettes of minarets and domes in various shapes in the background of his views of Istanbul. The city was thus reinvented as a pretext for big blue skies, bright with endless atmospheric variations and fantasy scenes. Ziem’s only journey to Istanbul nurtured his Orientalist dreams until 1911 and catered to the “Oriental obsession” that infatuated Europe. 

During this long journey, Ziem produced countless sketches, drawings, and studies, creating a visual memory he would be able to use for the rest of his life. However, the Orient he portrayed on his canvases was not the “real” Orient, but a pseudo-Orient, which disregarded realism and replaced it with the exaltation of light and timelessness.
As part of the exhibition, the curator of the show, Frédéric Hitzel will be holding a tour on 12th November, Saturday, at 11:00 am. The tour will offer a unique insight to the works of the exhibition.

Pera Museum can be visited Tuesdays through Saturdays from 10:00 to 19:00 and on Sundays between 12:00 – 18:00. Friday are longer and free at the Museum! On “Long Fridays,” Pera Museum is open and free of admissions between 18:00 - 22:00. Wednesdays it’s “Young Wednesday”! Pera Museum is free of admissions for all students on Wednesdays.

FURTHER INFO

www.peramuzesi.org.tr


Félix Ziem, Caiques and Sailboats at the Bosphorus, Second half of the 19th century, Oil on Canvas, 55 x 81 cm, 
Suna and İnan Kıraç Foundation Orientalist Paintings Collection.

FELIX ZIEM: IŞIĞIN RESSAMI PERA MÜZESİ’NDE
Pera Müzesi, 10 Kasım 2016 - 29 Ocak 2017 tarihleri arasında “Félix Ziem: Işık Denizinde Bir Gezgin” sergisini düzenliyor. Sergi ile 19. Yüzyıl resmine damgasını vuran ve çoğunlukla deniz ve kentin iç içe geçtiği İstanbul ve Venedik’i konu alan yağlıboyalarıyla tanınan Ziem’in eserleri, Türkiye’de ilk kez Pera Müzesi’nde bir araya geliyor.

Pera Müzesi’nin Ziem Müzesi ve Martigues Belediyesi iş birliğiyle düzenlediği Félix Ziem: Işık Denizinde Bir Gezgin sergisi, 19. Yüzyılın özgün manzara ressamlarından Fransız sanatçı Félix Ziem’i tüm yönleriyle tanıtmayı amaçlıyor. Küratörlüğünü Lucienne Del’Furia ve Frédéric Hitzel’in üstlendiği sergide Ziem’in, izlenimci ressamlarla üslupsal ilişkilerini yansıtan yağlıboyaları ile Kırım Savaşı döneminde İstanbul’da gerçekleştirdiği desen çalışmaları öne çıkıyor. Grafit ve tüy kalemle yaptığı desenlerde, kentin canlı bölgelerini yansıtan sokaklar, kocaman öküzlerin çektiği arabalar, köpekler, Boğaz ve Haliç sularında kayıp giden kayıklar betimleniyor. Desenlerinde manzaralarına yansıyan kalabalıklar hızlı çizimlerle, biraz bulanık bazen de siyah lekeler olarak betimlenirken ışık-gölge oyunlarıyla sağladığı ışıl ışıl su yansımaları, göz kamaştıran gökler, puslu görüntüler ise tuvallerinin temelini oluşturuyor.

Küratör Frédéric Hitzel, renkleri kullanmadaki ustalığı ve kompozisyonlarındaki canlılığıyla Ziem’i sıra dışı bir ressam olarak tanımlarken, Doğu’nun görkemini yansıtan masalsı mimarisi ve suyun gürül gürül aktığı çeşmeler gibi basmakalıp konulardan uzak duruşu ile dönem sanatçılarından ayırıyor.  


Félix Ziem, Canal Grande with Campanile at Setting Sun, Second half of the 19th century, Oil on canvas, 
84 x 117 cm, Musée Ziem Collection.

Gezgin Ressam İstanbul’da!
Félix Ziem, Paris’te Tuileries’de düzenlenen 1849 Salonu’nda üç yağlıboya ve üç suluboya resim sergilediğinde bunlardan biri de “Boğaziçi’nde Manzara”ydı. Sanatçının İstanbul’la ilgili bu ilk tuvalinde fotoğraflardan esinlendiği düşünülür. O yıllarda Doğu’ya olan ilgi, babasının Doğulu oluşu, yeni esin kaynakları, yeni ışık ve manzaralar arayışı onu bir Doğu gezisi yapmaya iter. Bu fikrini Kırım olayları yüzünden ancak 1856 yazında gerçekleştirebilir. Ziem, 1855 yılında kaleme aldığı günlüğünde İstanbul’a gelme tasarısı ile ilgili, “bu yolculuğun belirgin ve güçlü biçimlerin yoğunluğuyla ışıl ışıl resimler yapma dileğimi de destekleyeceğini umuyorum” notunu düşer. 18 Temmuz 1856’dan 18 Eylül’e dek iki ay boyunca, çoğunlukla Pera bölgesindeki tepelerde yaşar. Küratör Frédéric Hitzel, Ziem’in İstanbul’da kaldığı sürece kaç desen yaptığı tam olarak bilinmese de, Martigues’deki Ziem Müzesi’nde korunan 43 defterden ikisinin Türkiye’yle ilgili olduğu bilgisini verir.

Sanatçının Doğu yolculuğu bununla sınırlı kalmaz, sırasıyla İzmir’e, Rodos’a, Beyrut’a, Şam’a, İskenderiye’ye, Kahire’ye, Mısır’a ve İskenderiye’ye gider. Son olarak Yunanistan ve Sicilya üstünden Fransa’ya döner. Doğu Akdeniz yolculuğu toplamda beş ay sürer. Bu yolculuk onda kalıcı bir iz bırakır; tüm bu izlenimler ve ilk elden bu anılar Ziem’in tüm yaşamı boyunca başvuracağı bir görsel dağarcık oluşturur. Fransa’ya dönerken günlüğüne şöyle yazar: “Ah ah! Gördüğüm şeyleri nasıl anlatabilirim ki. Doğu bütünüyle gözlerimin önüne serilmişti. Gören ve derinden etkilenen kişi asla unutmaz. Onca zamandır aradığım şeyi, bana resmi ve sanatı candan sevdiren sevimli doğayı buldum sanırım!”

Félix Ziem, Piazza San Marco and Campanile, 
1880 – 1890, Oil on wood, 82 x 68 cm,
Musée Ziem Collection.
Henüz hayattayken eserleri Louvre Müzesi’ne kabul edilen ilk sanatçı olan ve sonraki kuşakları da derinden etkileyen Ziem’i İstanbullu sanatseverlerle buluşturan sergi, Ziem Müzesi ve Martigues Belediyesi iş birliğiyle düzenleniyor. Sergi kapsamında, 12 Kasım Cumartesi günü saat 11:00’da, küratör Frédéric Hitzel eşliğinde bir sergi turu gerçekleştiriliyor. Félix Ziem: Işık Denizinde Bir Gezgin sergisi 29 Ocak 2017 tarihine kadar ziyaret edilebilir.

Pera Müzesi Salı’dan Cumartesi’ye 10:00-19:00 saatleri arasında, Pazar günleri ise 12:00- 18:00 saatleri arasında gezilebilir. Müzede Cuma günleri hem uzun hem de ücretsiz! “Uzun Cuma”larda müze 18:00 - 22:00 saatleri arasında ücretsiz olarak ziyaret edilebilir. Çarşamba günleri ise “Genç Çarşamba”. “Genç Çarşamba” günleri tüm öğrenciler müzeyi ücretsiz ziyaret edebilir.

DETAYLI BİLGİ
www.peramuzesi.org.tr



Félix Ziem, Dancer in a Caique, 1870 – 1880, Oil on wood, 69 x 113 cm, Musée Ziem Collection.

26 Mayıs 2016 Perşembe

MARIO PRASSINOS: HEM TÜRKİYE İÇİN GİZEMLİ HEM DE PERALI BİR SANATÇI PERA MÜZESİ’NDE

Mario Prassinos, “Othello (1963)”, Yün, alçak çözgülü halı, 120 x 145 cm., Özel Koleksiyon, © ADAGP, Paris 2016
Pera Müzesi, 25 Mayıs – 14 Ağustos 2016 tarihleri arasında “Mario Prassinos, Bir Sanatçının İzinde: İstanbul-Paris-İstanbul” sergisi ile sanat yaşamına 20. yüzyıl avangartları arasında Paris’te başlayan Mario Prassinos’u ağırlıyor. Sergi, 20. yüzyılın bu özgün ve Türkiye için gizli kalmış sanatçısını, doğumunun 100. yılında, doğduğu semt Pera’da sanatseverlerle buluşturuyor. Sorularımızı serginin küratörü Seza Sinanlar Uslu yanıtladı.

RÖPORTAJ: ÜMMÜHAN KAZANÇ

Ü.K.- Seza Hn, sizin küratörlüğünüzde Pera Müzesi yine özel bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Mario Prassinos (1916-1985), Türkiye için gizli kalmış bir sanatçı dersek yanlış olmaz sanırım. Mario Prassinos ile ilgili bir sergi açma bir fikri nasıl olgunlaştı?
S.S.U.- Bu soruya biraz detaylı yanıtlayacağım zira bu hikâye çok ilginç. 2006-07 yıllarında doktora tez araştırmam sırasında 19. yüzyılın Pera’sında yayımlanan Fransızca gazeteleri dönemin entelektüel ve sanatçılarını takip edebilmek üzere tarıyordum. Bu çalışmada Stamboul gazetesinde özellikle bir yazarın eleştiri yazıları ilgimi çekiyordu. Bu kişi Prétextat Lecomte’du. Adının Prétextat oluşu sıra dışı gelmişti, çünkü Fransızca “prétexte” kelimesi bahane demekti. Nereye baktıysam bilgiler derinleşmiyordu. Esrarengiz bir figürdü. Sonra bir gün google’a sordum bana “Les Prétextats” isimli Mario Prassinos’un yazdığı kitabı gösterdi. Kitabı tanıtan sitede kitabın resimli olduğu bilgisi vardı. Hemen sipariş ettim. Kitap geldi. Bir heyecan açtım, Prétextat’nın yüzünü göreceğim gibi bir hisse kapılmıştım ki, siyah beyaz ve soyut yapıtlar gördüm. Resimlerin altında Mario Prassinos yazıyordu. Yani kitabın yazarı bu resimlerin de sahibiydi. Prétextat daha belirlenmeden şimdi de Mario Prassinos çıkmıştı.

Mario Prassinos, “Sarı-Kırmızı-Siyah Ağaç (1962)”,
Aside yedirme baskı, akuatint ve soğuk kazı,
76 x 56,5 cm., FNAC 35357,
Centre national des arts plastiques, © ADAGP, Paris 2016
Kimdi bu Mario? Kitabı bir solukta okudum ve anladım ki Prétextat, Mario’nun anneannesinin ikinci eşi yani üvey dedesiydi. Mario, ressamdı. İstanbul’da doğmuştu. Ama yaşamı Paris’te devam etmiş ve 1985’te de ölmüştü. Kime ulaşabilirim derken kızı Catherine Prassinos’la irtibat kurdum ve 2009 yılında Paris’te babasının evinde kendisini ziyaret ettim. Gerek o gün evde gördüğüm yapıtlar, gerekse daha sonra eriştiğim çalışmalar ve Mario’nun kişisel öyküsü beni çok etkiledi. Gördüğüm eserler çok çarpıcıydı ama hiç birini tanımıyordum. 2011 yılı sonunda Catherine’i tekrar ziyaret ettiğimde sergi fikrimi ona açtım, bir dosya yapıp Pera Müzesi’ne gidebileceğimi söyledim, görüşlerini aldım. Sanatçının yapıt eksperi olarak yardımcı olacağını söyledi ve ben 2012’de Pera Müzesi’nin kapısını çaldım. Mario, onlar için de bilinmeyen bir isimdi, ama kısa zamanda bu saklı kalmış sanatçıyı, doğduğu topraklara geri getirme fikri hepimizi öyle güçlü bir yerden cezbetti ki doğumunun 100. yılında Pera’lı bu Rum sanatçıyı yine Pera’da izleyicilerle buluşturmaya karar verdik.

Ü.K.- İstanbul’da Rum kökenli sanatçı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Mario Prassinos’un sanat yolculuğunu sizden dinleyebilir miyiz? Daha çok eğitim aldığı Paris’teki sanat dünyasından etkilenmiş, döneminin moda akımlarını takip etmiş bir sanatçı diyebilir miyiz?
S.S.U.- Paris’teki sanat ortamından nasıl etkilendiğine gelmeden evvel dilerseniz çok kısa çocukken İstanbul’daki ev ortamından bahsedelim. Zira sanatla tanışması Paris’e gitmeden çok evvel doğduğu evde gerçekleşiyor. Şöyle ki, Mario’yu bulmamıza bahane olan Prétextat Lecomte gazetesindeki eleştiri yazılarının yanı sıra bir ressam ve mozaik ustası olarak da tanınıyor. Baba Lysandros Prassinos ise edebiyat öğretmeni ama amatör bir ressam ve fotoğraf denemeleri yapan biri. Düşünün bir çocuksunuz, evde bir odada babanız, diğerinde dedeniz sürekli sanatla ilgililer, okuyor, yazıyor ve çiziyorlar. Bu durum size nasıl etkiler? Bu alt yapı üzerine Paris’teki ilk gençlik yıllarına baktığımıza Mario’yu öncelikle edebiyat çevresinde görüyoruz. Henri Parisot ile tanışıyorlar. Parisot – Prassinos dostluğu, haftalık mektuplaşmalarla kısa sürede Mario’nun kitap illüstrasyonlarının ortaya çıkışını hazırlıyor. Ve hemen akabinde 21 yaşındayken dönemin büyük sanatçılarının katıldığı L’Art Cruel sergisine davet ediliyor. Bu ilk tecrübeden sadece 45 gün sonra da ilk kişisel sergisini açıyor ve savaş başlayana kadar Prassinos sürrealizmin genç temsilcilerinden biri olarak kendini gösteriyor.
II. Dünya Savaşı ve sonrasında sürrealizmin etkisini yitirdiğini, modernizmin kavramsal sürece yöneldiği bu yıllarda Mario’nun da bir anlamda kendi yoluna gittiğini söyleyebiliriz. Soyut çalışmalar hala etkili olmakla beraber, bu yıllarda resmi kendini anlama aracı olarak kullanmaya başladığını görüyoruz. 


Mario Prassinos, Eygalières, Provence (1983),
Fotoğraf: Yves Gallois, Centre d’Archives Mario Prassinos,
 © ADAGP, Paris 2016

Ü.K.- Mario Prassinos, sanatının ilk dönemlerinden farklı bir yöne evriliyor ve 1970’li yıllarda İstanbul’dan izler taşıyan peyzajlar üretmeye başlıyor. Sanatçının bu dönemi hakkında neler söyleyebilirsiniz? Mario Prassinos’un İstanbul’unu nasıl tanımlarsınız? Hangi yıllar arasında İstanbul’da yaşamış? Sanırım Paris’te vefat etmiş.

S.S.U.- Türk Peyzajları serisi aslında bir anda ortaya çıkmıyor. 1958 yazını Spetses adasında geçiren sanatçı, burada servi resimleri yapıyor. Servilerin Prassinos için özel bir anlamı var. Çocukken evlerinin terasından Üsküdar’daki servi koruluklarını izlediğini yazıyor sanatçı. Spetses adasının da Büyükada ile ilişkili gördüğünü ifade ediyor. Yani serviler, belleğinde yer alan imgelerden biri olarak sanatçının geçmişe yönelişinin hazırlayıcısı oluyorlar. Nitekim bu yönelme onu bir taraftan da ata figürlerine; baba ve dedesine odaklanmasını ve soyut imgesel portreler yapmaya sevk ediyor. Türk Peyzajları tam da bu safhalardan sonra ortaya çıkıyor; diğer bir deyişle ressam ata figürlerden ata yurduna yöneliyor.

Mario’nun İstanbul’unu tanımlamaya gelirsek resimleriyle beraber sanatçının kaleme aldıklarına da bakmak gerekir. Ölmeden iki yıl önce yazdığı La Colline Tatouée / Dövmeli Tepe kitabı açıkçası küratör olarak benim için de çok önemli bir kaynaktı. Ressamın tam bir yazara dönüştüğü bu kitapta yer yer kurgusal yer yer bellekten dökülen anılar Mario’nun geçmişine, doğduğu şehre dair hislerini zihnindeki İstanbul’u anlamamızda yol gösterici oldu. 6 yaşında yaşadığı yerden ayrılan bir çocuk neyi ne kadar hatırlayabilir diye sorabiliriz. Ama bu sorunun cevabı Mario Prassinos özelinde neredeyse tüm bir sanat kariyeri olarak karşımıza çıkıyor desek mübalağa etmiş olmayız. Ölene kadar İstanbul’a hiç gelmemiş olmasına rağmen, resimlerinde bilinçaltından gelen imgelerle çocukluğuna dolayısıyla İstanbul’a dair imgelerin izini sürerken bir yandan da olanca samimiyetiyle geri dönmeyi hayal etmiş olduğunu görüyoruz.
Ne mutlu ve hoş bir sürprizdir ki araştırmalarımız sonunda Prassinos Ailesi’nin İstanbul’daki evini bulduk. Hatta dairenin sakinleriyle Catherine Prassinos’u da buluşturduk. Böylece sergi kataloğunda Son Sözde Mario Prassinos’un yazdığı eve geri dönüş hayalini de bir biçimde gerçekleştirmiş olduk.

Ü.K.- Sanatçı, resim çalışmalarının yanı sıra kitap illüstrasyonları, dokuma ve gravürler de gerçekleştirmiş. Sergide bu eserlerin de örnekler yer alıyor. Sergi için Mario Prassinos retrospektifi diyebilir miyiz?
Evet, sergiyi retrospektif bakış açısıyla kurguladık. Dekor, kostüm ve seramik tasarımları dışında tüm farklı teknik ve farklı tür yapıtlarından en özel, en çarpıcı örnekleri seçtik.


Mario Prassinos, Kırmızı Alpilles (1978), Bakır üzerine akuatint, aside yedirme baskı ve kazıma, 57 x 76 cm., FNAC 35371, Centre national des arts plastiques, © ADAGP, Paris 2016
Ü.K.- Serginin hazırlanmasında sanatçının kızı Catherine Prassinos’un da önemli bir rolü var. Mario Prassinos’un eserlerinin uzmanı aynı zamanda. Babasının sanatına bu şekilde sahip çıkması ve temsil etmesi konusunda neler söyleyebilirsiniz?
S.S.U.- Fransa’da oldukça yaygın bir durum bu aslında. Sanatçıların eserleri vefatlarından sonra ailenin mülkiyetine geçiyor. Ve aile bireyleri de eğer ilgileri varsa doğal olarak eksper olarak tanımlanıyorlar. Neticede “babamın resimlerini en iyi ben tanırım” dediklerinde karşılarında kimse hayır deme cesareti bulamıyor. Dolayısıyla çok sanatçı yetiştirmiş Fransa’da bu yolla eksper olmuş çok isme rastlıyoruz. Catherine Prassinos da bu yolla eksper olmuş ama babasının yapıtlarını gerçekten iyi bilen ve araştıran biri. Öyle ki bu sıfatı kendi yaşamında profesyonel bir mesleğe dönüştürmüş.


Soldan sağa: Pera Müzesi Genel Müdürü Özalp Birol; Mario Prassinos uzmanı Catherine Prassinos; sergi küratörü Seza Sinanlar Uslu.
Ü.K.- İstanbullu izleyicilere, bu sergiyle ilgili ne gibi özel ipuçları verebilirsiniz? Sergiyi gezerken özellikle neyi atlamamalılar? Hangi eserin önünde özellikle daha fazla vakit geçirmemeliler?
S.S.U.- Hepsinin! Ben bir şey söylemesem de izleyiciler sezgisel olarak birçok esere önü alınmaz bir merakla kendiliğinden yaklaşacaklardır. Bundan eminim diyebilirim zira sergilediğimiz yapıtlar hakikaten çok çarpıcı ve farklı. Her bir eserin ağırlığı öylesine göz ardı edilemezdi ki sergiyi tasarlarken mekânı dengeli kullanmaya eser sayısını kontrollü tutarak mekânda bir tür eser bombardımanı yapmamaya özellikle özen gösterdik. Bilgi panolarında da olabildiğince net ve duru olmaya çalıştık. İzleyiciler için tatmin edici olacağını umuyorum.
Bununla beraber şunu söyleyebilirim ki, benim zihnimde İstanbul’da bir Mario Prassinos sergisi yapma fikrini doğuran yapıtları dokumalarıydı. Özellikle Turquerie, Rose Turque ve Suaire yani kefen çalışması benim için sergide mutlaka yer alması gereken eserlerdi. Öyle de oldu. 


Mario Prassinos, “Kuzgun (1952)”, Ağaç baskı, 28 x 36 cm., Centre d’Archives Mario Prassinos,
© ADAGP, Paris 2016
Ü.K.- Son olarak Türk Sanat Camiasından sanatçılarla yakın ilişkisi olmuş mu? Öğrencisi olan Türk sanatçılar var mı?
S.S.U.- 1950-60’larda Türkiye’den Paris’e giden, oraya yerleşen birçok sanatçı var. Araştırma sürecinde bu konuyu derinleştirmek istemiş olmama rağmen çok net ilişkiler saptayamadım. Catherine “Bir Abidin vardı, bize gelirdi, babamla Türk ve Rumu oynarlardı aralarında” diyor. Muhtemelen Abidin Dino’dan bahsediyor. Ama bugün bunu kesinleştirecek yanıtı alabileceğimiz Dino Ailesinden kimse yok. Umuyorum ki bu röportaj vesilesiyle Prassinos’u tanıyanlar çıkabilir ve bize ulaşabilirler. Benim kişisel kanaatim Mario’nun Fransa’daki popülerliğini göz önünde bulundurursak ve de içinde yer aldığı güçlü entelektüel çevreyi dikkate alırsak onu tanımış yerli sanatçılarımız mutlaka olmalı.

En azından şundan emin olabiliriz ki bu sergi ile bu şehirde Mario Prassinos’u bundan sonra tanıyan çok kişi olacağız.


Mario Prassinos, “Denizin Gecesi (1972)”, Bakır üzerine akuatint ve soğuk kazı, 76 x 56 cm., FNAC 35364, Centre national des arts plastiques, © ADAGP, Paris 2016


Mario Prassinos, “Ağaçlar (20 Temmuz 1984)”, Tuvale yapıştırılmış Arches kâğıdı üzerine yağlıboya, 75,4 x 105,8 cm., FNAC 35303, Centre national des arts plastiques, © ADAGP, Paris 2016