Ahmet Elhan fotografik görüntülerinde
zaman ve mekan kavramı ile ilgili ciddi tartışmalara giriyor, bu ilişkiyi
kurcalıyor, irdeliyor, parçalıyor ve sonra tekrar birleştiriyor. Bu sorgulamanın
altında yatan asıl gerçek ise Elhan’ın sanat tanımına göre gerçeğin ne olup
olmadığı sorusu.
Fotoğraf: Ahmet Elhan, “Yerler (Ayasofya3)”,
2008, (© Ahmet Elhan).
RÖPORTAJ: ÜMMÜHAN KAZANÇ
Sayın Elhan, Grafik Tasarım ve Sinema
eğitimi aldınız. Gerçi hepsi birbiri ile ilgili alanlar ama fotoğraf sanatı ile
devam etmeye nasıl/niçin karar verdiniz?
Aslında
karar değişikliği olmadı. Ben lise yıllarında fotoğrafla ilgilenmeye başladım,
sonra eğitimimi bu alanda yapmak istedim. Malum sınavlar ya da sistem sizi bir
üniversiteye yerleştiriyor. Üniversite sınavı sonucunda Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdim. Fakat ben illaki güzel sanatlar okumak
istiyorum ama fotoğraf, sinema bölümü yok. Fotoğraf ile uğraşabileceğim en
yakın alan ne diye sorduğumda bana grafik tasarım ve tekstil dediler. Tekstil
alanında fotoğraf daha çok kullanılıyor. Ama direkt fotoğraf derslerinin olduğu
bölüm grafik tasarımı dediler, ben de o zaman grafik bölümünü seçtim. Grafik
bölümünü seçme nedenim fotoğraftır. Fotoğraf bölümü olsaydı seçerdim fakat
bugün iyi ki yokmuş diyorum çünkü başka disiplinlerde yetişip diğerinden destek
almak çok yararlı. Sonra da sinema şöyle gelişti. Grafik tasarımı bölümünde
okurken, o sıralar seri fotoğraflar vardı, kabaca fotoroman gibi diyebiliriz. O
zaman kavram denmezdi, bir konu etrafında 6-10 fotoğraf çekilir ve bir şey
anlatılırdı. Bunlar ilgimi çekmeye başladı. Bu öyküleme aynı zamanda bir film
mantığı da güdüyor. Bir de grafik tasarımında canlandırma (animasyon) dersleri
vardı. Bir yandan da İstanbul’daki kültür sanat merkezlerinde çok film
izliyordum. Hatta benim bitirme tezim yine bir film story board’uydu. Sonra da
sinema alanında yüksek lisans yaptım.
Fotoğraf serileriniz üzerinden sizin
sanatsal gelişiminize bakmak isteriz. “İkiler”, “Zaman Mekan”, “Manzaralar”,
“Yerler” olarak gruplandırabileceğimiz bu serilerinizde sizin fotoğraf-sanat
ilişkinizi nasıl okumalıyız?
Belki
kaba dönemsellikten bahsedebiliriz. Daha öncede başka serilerim var. Ben
serilerle çalışmakta şöyle bir yarar buldum. Bu benim kişiliğime daha yatkın.
Hem aldığım eğitimler hem de çalıştığım alanda, hem tasarım hem sinema hem de
fotoğraf yaptığım için, bir alandan diğerine sürekli geçiş yapıyorum. Fotoğraf
serisi de olsa bir alanda kendimi tatmin edemiyorum. Birkaç şeyi aynı anda
yürütüyorum. Bu serilerde de bazen biri durur, diğeri daha öne geçer. Uzun
zamandır özneli, figürlü işlerim ortalarda yoktu. Şu anda bu konu ilgili bir
seri üzerine çalışıyorum. Her bir seri bir diğerinden besleniyor. Bir seri
üzerine çalışırken yeni bir şey öğrendiğimde diğer seriye uygulayabiliyorum.
Bir yandan da insanın deneyselliğini geliştiriyor. En çok buna önem veriyorum.
Ben kendi sanatım için söylüyorum, bir imza olmak bana bir dezavantaj gibi
görünüyor. Kemikleşmiş hemen tanınabilen bir imza olmayı iyi görmüyorum. Ama onun
genelinden bir sanat toplamı çıkartmak bana ilginç geliyor.
“Yerler” serisi ile fotoğrafta farklı bir
boyuta geçtiğinizi görüyoruz. Burada devreye fotoğraf ve yoğun teknoloji
birlikteliği giriyor. Bu değişikliği nasıl açıklıyorsunuz? 2007 yılından bu
yana geliştirerek bu seriye devam ediyorsunuz. Sizin dünyaya ve sanata bakış
açınızı bu serinin en iyi şekilde anlattığını söyleyebilir miyiz?
Sanata
ve dünyaya bakış açımı bu serinin en iyi yansıttığını söyleyemeyiz. Az önce de
izah etmeye çalıştığım gibi bu benim bir parçamı teşkil ediyor. Diğerlerinin
toplamından belki bir bakış ortaya çıkabilir. Bu yerler serisinin başlangıcının
aslında dijital sanat ile hiç ilgisi yok. İlk örnekler film olarak yapıldı.
Buradaki dijital bir kolaylaştırıcılık, hızlandırıcılık. Bir de maliyeti
düşürüyor ve anında görebiliyorsunuz. Film çekmek, onları banyo etmek ve basmak
çok uzun ve gereksiz bir süreçti bu iş için. Dijitalin böyle katkıları oldu.
Zaman içinde tabii ki bir seri ile uğraşırken baştaki prensiplere bağlı kalarak
ilerlemiyorsunuz, yaptıkça yeni şeyler keşfedip değiştiriyorsunuz. Şimdi dijital,
renkleri düzenleme, kompozisyondaki kimi şeylerin yerlerini değiştirme gibi konularda
bana müthiş yarar sağlıyor. Ama elimden tüm imkanlar alınsa, ben bu işlemi
filmle de yapabilirim.
Fotografik görüntülerinizde zaman ve
mekan kavramı ile ilgili ciddi tartışmalara giriyor, bu ilişkiyi kurcalıyor,
irdeliyor, parçalıyor ve sonra tekrar birleştiriyorsunuz. Bu sorgulamanın
altında yatan itici güç ya da asıl gerçek nedir?
Asıl
gerçek, gerçeğin ne olup olmadığı sorusudur. Sonuçta bütün bu yaptıklarımız bir
sorgulama. Herkes çeşitli biçimlerde sorgulama yapıyor. Benim sanat tanınım
içinde de benim yaptığım sorgulama yer alıyor. Zaman ve mekan her birimizin
kendi algısına göre şekillenen bir kavram ikilisi değil. Tam tersine zaman ve
mekan büyük ideolojiler tarafından bize empoze edilen kavram ikilisi. Fotoğraf
kendisi araç olarak, bir görüntü olarak tam da 19. yüzyılın başında bu zaman
mekan kavramının yeniden anlamlandırıldığı bir dünyada ortaya çıkmış bir buluş.
Çok uzun zamandır gelmekte olan bir düşüncenin teknikteki bir uygulaması.
Dolayısıyla fotoğrafı ben paramparça etmeyi, oradan alıp buraya yapıştırmayı bir
görsel oyun olarak algılamıyorum, öyle kurmuyorum. Bunların her birini bütünsel
zaman, geri dönüşlü zaman, sarmal zaman gibi her anlayışın zaman-mekanı yorumlamasını
ele alarak onu parçalarına ayırıyorum. Sonra tekrar birleştirme işi biraz da
bakan tarafından çözümlenebilecek bir durum haline geliyor. Ben bir sorunu ele
alıp kendimce ona yeni sorular ekleyerek ortaya bırakıyorum. Ama bunun bir
felsefi metin eşliğinde, bir bilgi kanonu şeklinde ortaya çıkmasını hiç
hedeflemiyorum. Çünkü sonuçta ben bir biçim ile uğraşıyorum. Bu biçimi kurmaya
çalışıyorum, o biçimin kendi dilini bulmaya çalışıyorum. Benim işim biçimle.
Ben sözel bir sanatçı değil, görsel bir sanatçıyım.
Fotoğraflarınızda benim en çok dikkatimi
çeken insan ya da figür öğesinin olmaması. Bu yaklaşımınızı nasıl
açıklayabilirsiniz? Gerçi 1993 yılında çalıştığınız “F/Otoportreler” seriniz var
ama orada da portreler zamansız ve mekansız…
Zaman
ve mekanın içinde her şey eriyor. Aslında onun içinde var oluyoruz, yani üçüncü
ve dördüncü boyutun içinde yaşamı kurabiliyoruz. Tek ve iki boyut sadece
teoride var, uzayda hiç iki boyutlu bir şey yok, her şeyin mutlaka bir
derinliği var. Yaşamımız, bütün düşünce kalıplarımız üçüncü ve dördüncü boyut
içinde şekilleniyor. Zaman ve mekanı bir üst kavram olarak koyup, altında el
verdiğince onun belli dallarına eğiliyorum. Oralarla ilgili sorular soruyorum
kendime. Ama dediğim gibi kimi zaman insan; geri gidiyor, kimi zaman öne
çıkıyor. Sizin sadece kavramlarla alışverişiniz değil, aynı zamanda yaptığınız
işin, o biçimin sizi sürüklediği yerler de var. Portre çalışmalarım çok var ama
çok göstermedim. Sokaklarda gezinip çok fotoğraf çekerim ama o çalışmaları
göstermedim. Ayna kuramı benim sanat tanımım içinde en altlarda yer alır. O
yüzden de bu çalışmalarımı çok sergilemedim.
Biraz da kullandığınız teknik hakkında
bilgi almak isteriz. İstediğiniz görüntüyü yakaladıktan sonra iki boyutlu işler
haline gelen kadar hangi süreçlerden geçiyorlar?
Birinci
aşaması bir mekanın bana biçimsel olarak hitap etmesidir. Yani mimarinin bazı özelliklerinin
olması, bu özelliklerin benim istediğim şeye, işime hizmet etmesidir. İkinci
aşama orada bir noktanın saptanın, soldan sağa, yukarıdan aşağıya, beş
derecelik açılarla çekilmesi. Sonra bu görüntülerin hepsinin bilgisayar
ortamında yan yana yapıştırılması. Çünkü binlerce fotoğraf karesi var. Bunlar herhangi
bir görüntü işleme programı yardımıyla çoğaltılıp, dizilmiyor. Her biri tek tek
çekim. Bu görüntü ortaya çıktıktan sonra bunun üzerinden tekrar değerlendirme
yapıyorum. Nereleri açacağım, nereleri koyultacağım, nereleri öne çıkartıp ya
da geriye çekeceğim ona karar veriyorum. Şimdilerde ise bu bütünlüğü de
parçalıyorum, şimdiye kadar gördükleriniz parçalı bir bütünlük gösteriyor fakat
yine de bir akışkanlığı var. Ama yeni işlerimde bu da ortadan kalkıyor, bunları
dikey şeritler halinde parçalayıp, yerlerini de değiştiriyorum. Bu sefer
tamamen başka biçimler oluşturmaya çalışıyorum. Var olan bir mimariyi zaten
başka bir hale getiriyorum, sonra kendi getirdiğimden de sıkılarak onu da daha
başka bir hale getiriyorum.
Bir çalışma için kaç görüntü
çekiyorsunuz?
32x72,
yani 2.300 tane.
Genelde görüntü kaynağınız İstanbul ve
İstanbul’daki mekanlar. Nedir sizin için İstanbul’u özel kılan? Ama biz
izleyicilerin İstanbul ile ilgili perspektif ve manzara algımızı bozuyorsunuz
ve yeniden kurmamızı istiyorsunuz.
İstanbul
yaşadığım yer. Bu perspektifi bozmayı özellikle istiyorum. Çünkü fotoğraf tamamen
perspektifizm ideolojisine bağlı hareket ediyor. Tek bir kaçış noktası
prensibine göre hareket ediyor. Böyle bir şey olduğu zaman da o materyalin başka
nereye doğru gideceğini fotoğrafçı araştırmıyorsa, çok kolay bir şey yapıyor.
Çünkü objektifin önünde cereyan emekte olanları çekiyoruz. Öykü ile hikayenin
tatları ile uğraşıyoruz. Sonra da o hikayenin tatlarındaki çeşitli dozlara göre
kendimizi yine kendimiz öncü, muhalif, gerici, tutucu, modern gibi tanımlıyoruz.
Aslında hepimizin yaptığı aynı aletle, aynı beyinle bakmak. Fakat sonra kendimize
belli kisveler giydirmek, belli roller biçmek. Ama sen aynı dille konuşuyorsan,
ben seni bir diğerinden nasıl ayırt edebilirim. Ya da sen kendini nasıl farklı
olarak lanse ediyorsun? Reklamcılık dünyasında bu oluyor, şu anda yaşadığımız
çağ öyle bir şey. Sen kendini nasıl tanımlıyorsan, öyle kabul ettiriyorsun.
Halbuki böyle bir şey yok. Fotoğrafta da tek bakış, tek kaçışlı bir objektif
merkezinden hareket edilen perspektif, fotoğrafın en kısıtlayıcı yönü. Tabii bu
tek noktadan bakma ile ilgili anlayış sadece fotoğraf ile kısıtlı kalsa ne
kadar iyi. Şimdi günümüz resminde de aynı şeyi görüyoruz. Günümüz resmi tamamen
öykü anlatıyor, fotoğraftan hareket ediyor ve sürekli olarak da baktığını
resmetmeye yöneliyor. Sanat natüralist olarak hareket ediyor ve bunu matah bir
şey olarak sanıyor. Çünkü şöyle bir yanılgıdan hareket ediyoruz: hayatın her
değerinin şu anda kutsal olduğunu düşünüyoruz ve bunu sorgulamaya hiçbir
şekilde kalkmıyoruz. Sanatı da hayatın emrinde, onu destekleyecek, reklam, eğlence
sektörü gibi bir alan olarak algılıyoruz. Ben bunu anlamıyorum! Çünkü sanatın hemen
algılanması gerekir! ‘Anlamıyorum’u olumlu anlamda kullanmıyorlar. Küçümsemek,
reddetmek, dışarıda bırakmak için kullanıyorlar. Çünkü siz doğuştan bunu anlayabiliyorsanız,
bu doğru olandır! Bu sadece sanat ile ilgili değil, bütün diğer davranış
biçimlerinde, aidiyet tonlarında da aynı şey var. Bu toprağın kültürü örneğin…
Bunların hepsi verilmiş kodlar ve bu kodlara göre hareket etmek zorundasınız.
Siz bu kodların dışında bir şey söylemeye başladığınızda önce
önemsenmiyorsunuz, sonra da daha fazla ileri giderseniz üzerinize gelinir. Bütün
bu büyük öncülük, muhalefet, çağdaşlık, ilericilik, demokratlık söylemleri aslında
çok büyük bir tutuculuğu ve kitlesel körleşmeyi gizliyor.
Genç fotoğraf tutkunları ile seminerler
ve workshoplar aracılığıyla bir araya geliyorsunuz. Bir ara Sabancı
Üniversitesi’nde konuk sanatçı olarak bulundunuz, Akbank Sanat’ta, Yıldız
Teknik Üniversitesi’nde seminerler verdiniz. Türkiye’de sanat fuarlarına
katılıyorsunuz. Bu süreçte gençlerin dijital sanata ya da dijital fotoğrafa
yaklaşımı konusunda neler söyleyebilirsiniz? Fotoğrafta geleneksele mi yoksa
çağdaş, kavramsal işlere mi daha yakınlar?
Gençlerin
işi zor. Bir konuda derinleşmek için çaba göstermeleri gerekir ama içinde
bulundukları dünya, içine doğdukları çağ, öyle bir şeyi hiç de ödüllendirmiyor.
Hazır kalıplarla davranmak çok kolay, kısa yollar çok moda. O zaman o hep
birbirinin aynısı olan bir dizi insan çıkıyor. Bu kısa temaslarımda gençlere
anlatmaya çalıştığım şey sizinle konuştuğumuz şeylerin daha genişletilmiş
halleri. Başka bir şeyler de olabileceğini, soru sormanın, sorgulamanın kötü
bir şey olmadığını, muhalif olmanın başka türlü bir muhalefet olduğunu da anlatmaya
çalışıyorum. Ama nereye varacağımızı ileride göreceğiz.
Diğer sanat dalları için de çok önemli
fakat fotoğrafta edisyonunun önemi daha da çok ortaya çıkıyor. Bu işi
Türkiye’de en profesyonel olarak ele sanatçılardan biri olarak “fotoğrafta
edisyonunun önemi” konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Çoğaltılabilir
sanat yapıtlarından en yaygını fotoğraf ve baskı. Son 10 yıldır, fotoğraf,
sanat alanında ne yaptığını kendi kendine daha çok tartışmaya başladı. Ondan
önce fotoğrafın medium olarak ortaya çıkışı hiç kuşkusuz tekrarlanabilir olması
nedeniyleydi. Çünkü baskı sanatlarında belli bir edisyondan sonra kalıp bozulur
ama negatif bozulmaz. Her baskı yaptığınızda, belli bir noktadan sonra kalıp aşınır
ve artık iş üretemez hale gelirsiniz. Oysa fotoğrafta negatif ile istediğiniz
kadar baskı yapabiliyorsunuz. Bu sanat için düşünülmüş bir şey değildi, bu bir
iletişim ortamı olduğu için, sınırsız sayıda çoğaltılması onun bir özelliğiydi.
Onu sanat alanına çektiğinizde işin rengi değişti. Sanatta genellikle biricik
olma prensibinden hareket ediliyor. Benim ‘Yerler’ serisinde çoğu baskı tektir.
Bazı siyah-beyaz çalışmalarım üç edisyondur.
Son olarak yakın gelecekteki
projelerinizi öğrenebilir miyiz?
Şubat
ayında, bir ressam arkadaşım ile birlikte aynı yüzeyde çalıştığımız eserlerden
oluşan bir sergimiz var. Ressam Esat Tekand ile birlikte çalıştık. Daha önce
Fatma Tülin ile sergi açmıştık. Şu anda figürlü fotoğraflarım ile ilgili
çalışmalara biraz ağırlık verdim ve sanırım bu yıl içinde bir açacağım sergi
ile “Özne-Nesne” serisine yeni bir halka eklenmiş olacak. ‘Manzaralar’ serisine
de çalışmaya devam ediyorum.
Yazı
Artam Global Art & Design Dergisi’nin 16. Sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder